Bennu Yıldırımlar İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü’nden mezun.   1990-91 yıllarında Londra’daki Westminster Adult Education Institute’da drama üzerine kurslar görür. Daha sonra Türkiye’ye döner. Tiyatronun yanı sıra dizi ve filmlerde de oynamaya devam eder. 1994 senesinde Ağrı’ya Dönüş filmiyle Ankara Film Festivali’nde “Umut Veren Yeni Kadın Oyuncu Ödülü”nü alır. Bennu Yıldırımlar gerçekleştirdiği pek çok projeyle bu ödülün ne kadar yerinde bir ödül olduğunu da gösterecektir. Türk seyircisi özellikle Süper Baba’daki Elif karakteriyle fark eder onu, çok da sever. O gerek tiyatro, gerek sinema ve gerek de televizyonda kadının her halini yansıtır ve hepsi de birbirinden başarılıdır. Şimdi de Çarşamba geceleri reyting rekoru kıran “Yaprak Dökümü” dizisinin Fikret’i. Aynı zamanda “Saygılı Yosma” ve “Üç Kız Kardeş” oyunlarıyla da tiyatro seyircisinin karşısında. Çok yoğun Bennu Yıldırımlar. Kendisine ayıracak vakti yok denecek kadar az. İşi yaşamını kaplayan Bennu Yıldırımlar’la oyuncu olmak ve yaşam üzerine konuştuk.

 
Artık her şey para kazanma formülü üzerine
Türkiye’de oyuncular eskiden kurum tiyatrosuna bir şekilde girebiliyorlardı. Şu anda çok zor. 8-10 yıl gibi uzun bir dönem insanlar yevmiyeli olarak çalışıyorlar. Kaç yıl yaşadığımızı düşünürsek bu insan hayatında önemli bir dönem. Bu durumda bile ev kurmaya, evlenmeye çalışıyorlar. Tabii çocuk yapmayı erteleyerek. Birçok konservatuar açıldı ve artık çok mezun var. Düşünceler değişmeye başladı. Her şey bir an önce para kazanma formülü üzerine dönmeye başladı. Tiyatro oldukça meşakkatli bir iş. İşte insanlar da bir yandan tiyatroyla uğraşırken bir yandan da herhangi bir dizide seslendirme ya da başka şeylerle hayatlarını geçirmeye çalışıyorlar. Her şey zorlaştı tabii.
 
İnsanların bu yaşam tarzıyla tiyatrolara gitmemeleri çok normal
Nüfus artıyor bu şehirde ama tiyatroya giden insan sayısında çok büyük değişim olmuyor. İstanbul’da, 13 milyonluk bir nüfus, alt yapısı uygun olmayan bir şehirde yaşam savaşı veriyor. Kaç çocukları var, kaç ekmek yiyorlar, bilmiyoruz. Sanırım dünyada en çok ekmek yiyen toplum da bizmişiz. Yani derdimiz ekmek yemek üzerine. Aç bir toplum olarak, neden bu insanlar tiyatroya gitmiyor demek bana garip geliyor. İnsanların önce karınları doyacak, üstleri başları temiz olacak, sağlık sorunları olmayacak, eğitim hakkında çok fazla şey düşünmeyecekler. O nedenle bir şekilde tiyatroya gitmiyorlar diye suçlanabilir konumda olduklarına inanmıyorum. İnsanların tiyatroya gitmelerinde tek sorun para değil. Bir şey ilgilerini çekiyorsa ona 50-60 YTL de verebiliyorlar. Yani böyle bir seyirci kitlesi de var. Uçurumların yaşandığı bir ülkeyiz sonuçta.
5 senede bir değişmeyen bir kültür politikamız olmalı
Şu anda bizim Şehir Tiyatroları olarak seyirci sıkıntımız yok hatta biletlerimiz kısa bir sürede tükeniyor. Ama biz zaten belirli standartlardaki fiyatlarımızla insanlara ulaşmaya çalışıyoruz ve ulaşıyoruz da. Çok da büyük bir üretim içerisinde bu tiyatro. Devamlı oyun çalışan, prova yapan ve provadan sonra gelip oyun oynayan insanların, büyük bir koşuşturmaca içerisinde geçen bir hayatları var. Bu arada yevmiyeli çalışan insanlar bunlar. Gelip değişen hükümetlerle sürekli değişmeyen bir kültür politikası olmalı. Her gelen hükümette başka bir politika üretildiği için 4-5 yılda hep bir şeyler değişiyor. Standart ve ayakları yere basan bir kurumda ilerlediğimiz söylenemez. Ülke olarak böyleyiz zaten.
 
Tiyatroda tek başınıza iyi olamazsınız
Bir yere girdiğin için orada sonsuza kadar kalma duygusundan çok, kendini geliştirmek ve daha iyisini yapmaya programlanmalısın. İnsan aslında çok tembel bir varlık. Form vermediğiniz zaman konuşması bile daha kısalabilir, kelimeleri yutmaya başlar, daha kısa cümlelerle konuşmak onun işine gelir. Tiyatro böyle tembellikleri taşıyabilecek bir yer değil. Özellikle bizim kuşak elinden geleni yapıyor ve büyük bir dostluk çerçevesinde herkes birbirine eleştirilerini verebiliyor. Eskiden, daha az sayıda oyuncunun olduğu dönemlerde uygulanan birbirlerinin ayaklarını kaydırma politikaları bizde olmuyor. Biz sahnede birbirimize yardım etmeye çalışan, birbirimizden enerji alıp veren insanlar konumundayız. Bu bence iyi bir şey. Çünkü tiyatro çok insanla yapılan bir iş. Tiyatroda tek başınıza iyi olamazsınız. Öyle bir kurtuluşu yok tiyatronun. Birbirinizle iyi bir etkileşim içinde, yönetmenle belirlediğiniz prova süresinde, belirlediğiniz doğruları oynamalısınız.  Böyle bir durum var. Bu bir ekip işi. Ekibin kuliste ve provada iyi olması, birbirini sevip saymasıyla ilgili bir şey.
 

Bir oyuncu bir oyunu maksimum 5-6 sene oynamalı
Bana sorarsanız bir oyunu 20 sene oynamanın bir oyuncu açısından büyük bir keyfi olduğunu hissetmiyorum. Öyle bir oyunla karşılaşmadım, olmasını da istemem. Bir oyunu 5-6 sene oynarsın, olabilir ama büyük sıklıkta olmaz. Yeni çıkmış bir oyun tabii ki ilk seneler daha sıklıkta oynanır. Devlet tiyatrosunda da senelerce oynanan oyunlar var.
 
Diyalog yazma kültürümüzün artması gerekiyor
Tiyatro oyununa eğilme sürecimiz maalesef 1960’ların yoğunluğundaki gibi değil. Toplumun gidişi de eskisi gibi değil. Yani 1960 Anayasası’ndan sonra özellikle klasikler çoğalırken, insanlar daha çok okumaya kendilerini verirken, düşünen ve tartışan bir toplum haline gelirken 70 ve 80 darbeleri gibi değişik aşamalardan geçmiş bir toplum olarak, şu an nereye doğru gittiğimiz daha da netleşmişken insanın içi burkuluyor.  Biz varolan oyunları sahneye getirmeye çalışıyoruz. Yeni yazılanlara da destek olmak gerekiyor. Aslında ülke olarak çok fazla hikayemiz, çelişkilerimiz, insan zenginliğimiz olmasına rağmen sanırım bunu dile getirmede eksikliklerimiz var. Ne kadar çok oyun yazılırsa, o kadar eksikliklerimizden arınacak, daha ileriye gideceğiz. Bizim şiir ve roman kültürümüz var. Diyalog yazmada da kültürümüzün artması gerekiyor. Umarım bu süreç de gerçekleşir.
 
Yaprak Dökümü’nün başarısı bizi yansıtmasından geliyor
Biz toplum olarak bildiğimiz şeyleri izlemekten hoşlanıyoruz. Bilmediğimiz şeylere karşı mesafeliyiz. Biraz daha düşünce bazlı şeyleri yorumlamaktan kaçınan ve daha kolayı tercih eden bir yapımız var. Yaprak Dökümü 1925-33 yılları arasındaki İstanbul’da bir ailenin yaşadıklarını anlatıyor. Ama dizide 2007-2008’de başlarına gelebilecekler açısından kendi değerlerine tutunmaya çalışan ama bir yandan da ellerinden avuçlarından bir şeylerin kaydığı bir aile anlatılıyor. Formüller ana temel, ana omurga üzerinde romandan ilerliyor ama tabii günün şartlarıyla şekillenmesi gerekiyor. İnsanlar, etraflarında ya da kendilerindeki benzer eksiklikleri görüyorlar ve bu hikayeleri izlemek onların hoşuna gidiyor. Aslına bakarsanız aile sistemimiz çok da fazla gelişmiyor. Hala muhafazakar, hala birbirinden bir şeyler saklamaya çalışan, özellikle babasıyla sorunları olan bir aile yapısına sahibiz. Olaylar anneye anlatılıyor, daha sonra babaya yumuşatılarak söyleniyor. Direkt ilişkiler kurmaktan çekinen, kimsenin birbirini üzmemeye çalıştığı, ama aslında çok büyük sorunlar biriktirdiği bir sistemdeyiz. Yani direkt olamıyoruz. Hep daha dolambaçlı yollarla kendimizi ifade etmeye çalışıyoruz. Dolambaçlı yollarda da kendini bulamazken başka yönlere de kayılabiliyor. Bu hikaye sanırım bundan dolayı hoşuna gidiyor insanların.
 
Yaprak Dökümü’nde 5 günde 90 sayfa çekiyoruz
Düşünün ki cumartesi gecesi yönetmen yardımcısına tekst gidiyor bilgisayardan. O programı hazırlıyor. Bizim elimize de daha kağıt gelmeden bilgisayarla ulaşıyor. Ertesi günü hemen çekim olabiliyor. Olayın belli bir matematiği var. Bir aile konumundayız artık. 67 bölümdür birlikteyiz, herkes birbirini çok iyi tanıyor. Vereceğimiz reaksiyonları da biliyoruz. Sadece konumlarımız ve durumlarımız değişiyor. Ona göre çekilecek sahneden hemen önce bir prova yapıp çok ters kaçmıyorsa hemen çekiyoruz. 5 gün içinde 90 sayfayı çekmek zorundayız.
 
İnsanlar sanki onları tanıyormuşum gibi davranıyorlar
Çok çelişkili bir toplumuz. İnsanların bir kısmı, sizi öyle bütün boyutlarınızla tartabilecek konumda olamayabiliyor.  Öyle olunca çok dikkatli ve renk vermeyen bir şekilde hayatınıza devam etmeniz gerekiyor. Çünkü çok normal bir reaksiyon verdiğinizde “Aa bunun da burnu büyüdü işte, seni de bundan sonra izlemeyeceğim” diye çok rahat bir şekilde yüzünüze söyleyebiliyorlar. Hatta senli benli konuşabiliyorlar. Formül televizyon, televizyon da onların evinde, sen de televizyondasın ve dolayısıyla sen onların evinde yaşayan bir insan konumundasın. Sana o rolü oynayan oyuncu gözüyle bakmıyorlar. O rolün kendisi olarak bakıyorlar. Çocuksu bir toplum olduğumuz için bunun ayırtına bazı insanlarımız varamayabiliyor ve ters tepkilerde bulunabiliyor. Ben hayatımda onları hiç görmedim. Sanki onları görmüşüm gibi davranıyorlar.
 
Sabah çok erken kalkıp “Kızım ben yaşıyorum” diyorum
Kendime hiç zaman ayıramıyorum. Boş zamanım olursa çocuğumla ilgilenmeye, ailemin hayatını organize etmeye çalışıyorum. Onun nereye gideceğinden, neler yapacağından haberdarım. Şu anda beraber olmasam da neler yaptığı konusunda bilgim var. Ama işte bir annesi olduğunu hatırlatmak için az uykuyla idare ediyorum. Sabah altı buçukta kalkıp “Kızım ben yaşıyorum” filan diyorum. Belli bir dönem insanın hayatı böyle geçiyor. Her dönem değil tabii.
 
Dünyayı gezmek isterdim
Her şeyi bırakıp dünyayı gezmek isterdim. Sırt çantasıyla yavaş yavaş, ülke ülke gezmek güzel olabilirdi ama tabii bir düş bu. Sonuçta Japonya’dan emekli olmayacağız ki biz, öyle Japonlar gibi oradan oraya gezebilelim.
 

Bennu Yıldırımlar hakkındaki gelişmelerden haberdar olmak için yandaki ikona tıklayarak Facebook grubuna üye olabilirsiniz.