Şebnem Bozoklu kendisini değiştirmeyi ve oyun oynama hâlini seviyor. “Yapabileceğime inandığım tüm mecralarda oyunculuk yapmak istiyorum, işimin tadını çıkarmaya çalışıyorum” diyor.
Tiyatro seyircisi için yeni bir yüz değildi belki ama televizyon izleyicisi onu ilk kez sarı meçli saçları ve Adana şivesiyle Uğur Yücel gibi bir ustanın karşısında döktüren Meliha karakteriyle tanıdı, çok sevdi. Şebnem Bozoklu ismi kısa sürede hafızalara kazındı. Bugün hâlâ sokakta görüp genç olduğu için şaşıranlar olduğunu anlatıyor, kolay değil 45 yaşında, kendi yaşının iki katı bir karakteri fenomen haline getirmek, herkesi bu kadar inandırabilmek. Değişmeyi sevdiğini, kendisini değiştirebildiği için oyuncu olduğunu söylemesi boşuna değil. Bir yıl sonra Bizim Yenge’de yeni gelin Filiz’i canlandırırken gencecik zayıf bir kadın oluvermişti bile…
Şebnem Bozoklu’nun sohbeti de oynadığı karakterler kadar samimi ve sıcak. İşinden bahsederken gözleri parlayan, anlattıklarıyla aydınlatıp keyiflendirebilen, enerjisi, kahkahası bol bir oyuncu. Dizi ve reklam projelerinin yanı sıra Dot’ta rol aldığı “Festen” adlı oyunun ardından tiyatro çalışmalarının da süreceğini anlatan Bozoklu, ilk sinema filmi Uğur Yücel imzalı Buz Dağı’nın gösterime girmesini heyecanla bekliyor. “Çok severek, filmimizin hikayesine aşık olarak çalıştık” diyor.

Mısırlı bir aileden geliyorsunuz. Çocukluğunuz bir oyuncu için malzemelerle doludur diye düşünüyorum, doğru mu?
Evet, tek çocuğum ama annemin çok geniş bir ailesi var. Tam sekiz kardeşler ve her biri bir romana baş karakter olabilecek şahsiyetler. Anneannem çok hoş bir insandı, yakın bir zaman önce kaybettim. Türkçeyi çok az bildiği için sadece Arapça konuşabilen eski bir Osmanlı kadınıydı. Aralarında Arapça konuşurlardı, ben de biraz konuşmaya çalışırdım, “Hiç konuşamıyor bu İstanbul çocuğu oldu” diye gülerlerdi. Bu kadar birbirinden farklı kadının içinde zaman geçirirken çok fazla renk görebiliyorsunuz. Bir de yaklaşık bir buçuk yaşımdan itibaren başlayan bir okul deneyimim var. Çalışan anne-babanın kızıydım ve çok erken anaokuluna gitmeye başlamak zorunda kaldım. Beş buçuk yaşımda okuma-yazma öğrenmiştim ve ilkokula da erken başladım. Kısa zamanda sosyalleşmek zorunda kalmak, çok fazla insan tanımak demek. Benim gibi oyunculuğu seçecek biri için hem aile hem de okul çok büyük bir kaynak, hazine sandığıydı. Her yer karakter doluydu çünkü…

Bütün o karakterleri kaydediyordunuz herhalde?
Demek ki… Ben birini oynamak için uzun süre ona bakmak, gözlemlemek gerekliliğine pek fazla inanmıyorum. Ama içinde bir yerde o karakterler yer ediyor, gözünde, kulağında onların yüzleri, sesleri kalıyor. Sen bunu hissetmesen de oyunculuk icra ederken yıllar öncesinden duyduğun bir ses seni ateşleyebiliyor. Teyzelerimin “Canım Ailem”deki Meliha karakterinde çok etkisi vardır.
Meliha karakteri hayatınızda bambaşka bir sayfa açtı, nasıl bir deneyimdi sizin için?
29 yaşındaydım ve 45 yaşlarında birini oynamak korkutucuydu gerçekten. Benim için büyük bir meydan okumaydı. Bunu yaparsam kendimi daha çok sevecektim, kaçarsam eğer, ki başta kaçmaya çalıştım, o zaman hayat boyu bir pişmanlık olarak kalacaktı. Çok fazla tanınan bir oyuncu değildim, İstanbul’un tiyatro seyircisi beni tanırdı ama televizyon çok güçlü. Bütün şehirlerde, köylerde, kasabalarda herkes sizi tanımaya başlıyor ve ilk tanışmanın bu kadar bıçak sırtı bir karakterle olması çok zorlayıcıydı. Ne yaşım tutuyor, ne tipim benziyor. Zordu ama iyi ki yapmışım. Bu bir şans mı, altyapı mı, doğru değerlendirmek mi bilmiyorum. Ama şuna inanıyorum, bazı insanlarda farklı bir göz var. Bu kız bu işe iyi olur diyebilen bir göz. Uğur Yücel ve yapımcım Erol Avcı buna sahipti…

Dokuz Eylül Üniversitesi’nde konservatuar bitirdikten sonra İstanbul’da Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde okumuşsunuz. Neden ikinci bir eğitime gerek duydunuz?
Oradaki hocalarla çalışmayı da çok istedim, bambaşka iki ekol çünkü. Yaşım da çok küçüktü, buna müsaitti. Üniversitede ikinci sınıfa gelene kadar reşit bile değildim ben. Dokuz Eylül’de çok kıymetli hocalarım vardı. Aynı şekilde Müjdat Gezen’de de çalışmak istediğim çok önemli isimler ders veriyordu. Beni Müjdat Gezen’den biraz erken mezun ettiler, okul dört yıllıktı ben üç yılda bitirdim.

Dizi furyasında eğitim almamış birçok isim oyunculuk yapıyor. Eğitim ne kadar önemli sizce?
Ben iki konservatuar bitirmiş biri olarak çok önemli olduğunu düşünmüyorum. Eğitimli değil diye de burun kıvırmak bana çok ayıp geliyor. Bence eğitim şahane bir şeydir, bize çok ciddi bir vizyon kazandırır, temel teknik problemlerimizi çözmemize yarar.  Ama birincil şart değildir hiçbir zaman. Dünyada da böyle, bayılarak seyrettiğimiz birçok büyük ismin işin okulunu okumadığını biliyoruz. Önemli olan yetenektir bence, tabii akılla da birleşirse. Yeteneğe sahip olduğunu hisseden kişi kariyerinde ilerlerken vizyonunu geliştiriyorsa, kendisini açıyorsa, bilgi almaya ve depolamaya devam ediyorsa bence her şey yolunda. Ama tamam artık diyerek bunları önemsemezse, ikinci işinden sonra hep aynı şeyi yaptığını görerek çuvallayacaktır.

Oyuncu koçluğunun değeri bizde yeni anlaşılıyor, ne düşünüyorsunuz bu konunda?
Koçluk bize çok geç geldi ve bazı oyuncular tarafından vakti zamanında küçümsendi.  “Oyuncu koçu mu?” diye gülen, ne gerek var ben oynuyorum diye düşünen çok insan vardı. Sanki yeteneksizlerin başvurduğu bir şeymiş gibi algılanıyordu. Ama dönüp baktığınızda Jack Nicholson oyuncu koçu, Meryl Streep bir oyuncu koçuyla çalışıyor. Yavaş yavaş bizde de doğru anlaşılmaya başlandı. Bir oyuncunun en büyük çaresizliği kendisini dışarıdan göremiyor olmasıdır. Ben inanarak bir rol için kendimi parçalasam bile, sadece yönetmen ve seyirci beni karşıdan görüyor. Dolayısıyla oyuncu olarak bizi dışarıdan gören ve doğru yönlendiren birine çok ihtiyacımız var. Sette bir yönetmen yirmi oyuncunun senaryo içindeki grafiğiyle ilgilenemeyebilir. Oyuncu koçu burada devreye giren çok önemli bir unsur. Özellikle sinemada performansları üçe hatta beşe katlayabilir.

Sinema demişken filminiz Buz Dağı yakında gösterime girecek, biraz bahsedebilir misiniz?
Şubat ayında Kars’ta çektik filmi, soğuk havaların içinde buzlar ve karlarla. Bir Uğur Yücel filmi, senaryosunu on yıl içerisinde yazdığı, üzerine uzun uzun düşündüğü bir hikâye. Biz çok severek, filmimizin hikâyesine aşık olarak çalıştık. Orada aslında bir aksan koçum vardı. Terekeme aksanıyla konuşmam gerekiyordu. Kars’ta kullanılan ve daha önce denk gelmediğim yarı Azeri yarı Türk değişik bir aksandı. Filmde başrol oynayan partnerim Cenk Alibeyoğlu Kars’lı, dolayısıyla çok hakimdi dile. Onunla birlikte çalıştık. Çok güzel de bir kadromuz var, Ekim-Kasım aylarında vizyona girmesi düşünülüyor. Bir çok festivalde de yer alacak. Yine Uğur Yücel’le çalışmak benim için büyük bir konfor oldu tabi. Çok sevdiğim ve arkadaşı olma şerefine nail olduğum bir ustayla sinema filmi yapmak harikaydı. Filmin hikâyesini iki buçuk yıl önce anlatmıştı, çok etkilenmiştim. Çekmeye başlarken “Sen oynar mısın?” dediğinde çok mutlu oldum, çünkü anlatırken acaba kim oynayacak diye düşünmüştüm (gülüyor). Uğur Yücel, çok iyi bir oyuncu koçudur da aynı zamanda, bir lafıyla senin kurduğun her şeyi yıkıp, hızla başka bir şey yaratabilmeni sağlar.
Dizi oyunculuğu genelde hor görülüyor, bir yandan insanların evine girmek müthiş bir popülarite ve tabii para da kazandırıyor. Siz nasıl görüyorsunuz?
Bana herhangi birini böyle küçümsemek ayıp geliyor. Ortada bir hikâye var, bu tiyatroda da olabilir, sinemada da, televizyonda da. Benim işim şu ama bu yüzden bunu yapıyorum demek ne kadar ayıp. Kim oynayacak peki o rolleri, bizim işimiz bu, oyuncular oynayacak tabii ki. Çok da ciddi bir iş bence, özellikle de bizim gibi insanlarının hikâye seyretmek için bütçe ayırması zor olan bir memlekette. İnsanların hikâye izlemeye ihtiyaçları var, bu bir ihtiyaçtır. Televizyona yapılan işleri milyonlarca insan seyrediyor, dolayısıyla siz de hakkıyla yapmak zorundasınız.

Ortaya çıkan işler mi bunu düşündürtüyor dersiniz?
Çıkan işlerin düzeyi kesinlikle daha iyi olmalı. Çok fazla iş çok kısa zamanda çekildiği için, yeterli sanatsal ve estetik düzeye ulaşılamıyor olunabilir. Belki bu yüzdendir bu küçümseme. Ama orası çok yaman, çetin bir dünya. Büyük paraların döndüğü,  ciddi reklam gelirlerinin olduğu bir yer. Ve o dünyada yetişmek zorundasın, o kaset o kanala yetişecek. Sen de yapabildiğinin en iyisini, en kısa zamanda yapacaksın, belki uykusuz, belki hasta. Ben oyuncuyum nerede oynarsam en güzelini yapmakla yükümlüyüm. Reklam filminde oynarken de böyle yaptım, sinema filminde de, dizide de, ahlâklı olmak bunu gerektirir. Biri bana mesleğimi sorduğunda ben oyuncu olduğumu söylüyorum. Tiyatrocu olduğunu söyleyenler de var, bu bir tercih meselesi. Ben yapabileceğime inandığım tüm mecralarda oyunculuk yapmak istiyorum. Beni heyecanlandıran şey oyun oynama hali, bunu da nerede yaparsam onun tadını ve zevkini çıkarmaya çalışıyorum.

Genç oyuncular bu sektörden neler beklemeli, umut etmeli sizce?
Önümüzdeki on seneye bakıp tahmin yapmak çok zor aslında. Oyuncu, ışık şefi, görüntü yönetmeni gibi birçok farklı pozisyon için heyecanlanan genç var ve ben onlara sadece bekleyip göreceğiz diyebilirim. Sektörün patladığı bir gerçek, çok fazla iş yapılıyor. Bu yüzden de kısa zamanda çok şey öğrenmek zorunda kaldı insanlar. Kalifiye eleman azaldı, işe hakim olmayan birçok insan tv-dizi sektörü içinde bir şeyler yapıyor. Bu döneme şahit olmuş ama bu yalpalama dönemini geçirmemiş genç beyinler de geliyor, gelecek. Ama bu kadar çok iş olacak mı, çoğalıp gerçek bir sektöre dönüşecek mi, yani sendikaları ve kayıtları olan tıkır tıkır işleyen, Amerika’daki gibi bir film ya da dizi sektörümüz olacak mı, bilemiyorum. Ben güzel olacağını düşünüyorum, umarım öyle olur. Oyuncular için vizyon kazanmak, ekolleri öğrenmek çok önemli. Okul-eğitim, usta seçimlerinde dikkatli davransınlar, kendilerine yakın buldukları üstatlarla, insanlarla çalışsınlar. Çok şanslılar çünkü birçok tanınmış oyuncu workshoplar düzenliyor, devlet ya da özel bir sürü okul var. Öğrenmemek ayıp hâle geldi. Gençlere sakin olmalarını öneririm, çok fazla umudu kırık genç oyuncu görüyorum, kolay değil tabii. Sayımız çok fazla, rekabet büyük. Azımsanmayacak kadar da iyi oyuncu var. Bu bir çark ve oyuncular kendilerini var etmek zorundalar.
Kısa kısa:
Şu an hangi kitabı okuyorsunuz?

Beat Kuşağı edebiyatını ve yazarlarını çok seviyorum. Şu anda da William S. Burroughs “Vahşi Oğlanlar”ı okuyorum.

Bu ara kulağınızda hangi müzikler var?
Şu sıra çok fazla Donna Summer dinliyorum, babamdan kalma iki tane Donna Summer plağım var, çok sık dinlerim.