Yetenekle kutsanmış bazı insanlar var ki; neden yaşadıklarını merak etmiyorlar, soru sormuyorlar çünkü yanıt çok açık. İçlerindeki ses hep onlara ne yapmaları gerektiğini söylüyor. Bu durumda insan seçim şansını kaybederek doğanın enerjilerini alıp dönüştüren bir enstrüman haline geliyor belki de… Dünyaca ünlü besteci ve piyanist Fazıl Say da böyle bir yazgıyı yaşıyor. İçindeki sesi, içindeki müziği piyano aracılığıyla paylaşıyor insanlarla… Ve daha çok kişiyle paylaşabilmek için de büyük çaba harcıyor. Dünyanın dört bir yanındaki konserleri nedeniyle neredeyse tüm zamanını seyahat ederek geçiren Say’ın “Uçak Notları” adlı bir kitabı da var. Geçtiğimiz yıllarda yaptığı “Türkiye Yollarında bir Virtüöz” adlı turnesinde de klasik müziği Türkiye’nin uzak noktalarına taşıdı. Fazıl Say’la bu çalışmalarını, müziğini ve gelecek için projelerini konuştuk…

Türkiye’ye dönmeye nasıl karar verdiniz?

Özlemden döndüm diyebilirim. 17 yaşımdan 25 yaşıma kadar 8 yıl Almanya’da yaşadım. Daha sonra aldığım bir burs sonucunda New York’a gittim. 2001 yılında özlemim iyice artmıştı ve yüzde 80 dönmeye karar vermiştim. Bu arada kızım doğdu, aileler burada olduğu için çocuğa bakmak daha kolay olacaktı ve dönmeye karar verdim. Bir de 11 Eylül olayları olduğunda Amerika iyice tatsızlaştı.

İnsanlar bu dönüş yüzünden sizi “misyoner” olarak adlandırıyor. Dönüş nedenlerinizden biri de Türkiye’de klasik müziği yaygınlaştırmak mı?

Ben konser vermeyi çok seviyorum, paylaşmayı çok seviyorum. Ben her yerde çalarım, benim için fark etmez. Amerika’dayken de her yerde çalıyordum. Şimdi de Avrupa’da çok konserim oluyor, yılda 80 – 90 tane Avrupa, 30 – 40 tane Türkiye konserim var. Türkiye’de Doğu ve Güneydoğu Anadolu gibi müziğin daha az olduğu bölgelerde konser vermemi insanlar misyon olarak değerlendiriyor sanırım. Ama bu sadece bir misyon, bir görev değil benim için. İşin içinde bir aşk da var. Topluluğu genişletme arzusu var. Ama misyoner biraz dini bir kelime olduğu için çok da hoşuma gitmiyor açıkçası. Belki de başka bir laf bulamadıklarından öyle diyorlardır, kimbilir…

İş dünyasında motivasyon, takım çalışması ve liderlik konularındaki eğitimlerde müzik, özellikle de caz sıkça kullanılmaya başladı. Sizce neden özellikle caz?

Bu çok doğru bir düşünce çünkü caz özgürlük demek. Doğaçlama, duygusal boşalma içgüdüsüdür. Ama bunu yapabilmek için belirli bir müzik bilgisine sahip olmak, ciddi yatırım yapmak gerekir. Eğer bir işadamının hobisi cazsa bu onun için çok iyi bir boşalma sağlar. Doğaçlamayla kalbindeki bütün karalıkları atar.

Cazın liderlik özelliklerini güçlendirdiği doğru mu peki?

Ben olayları öyle görmüyorum. İnsan kendi iç dünyasındaki iç sesini dinlemeli ve doğru kararları almalı. Bu, bizim mesleğimizde de var, iş dünyasında da var. İç sesini dinlemeye ben liderlik adını vermiyorum, benim için bunun adı doğayla bütünleşmek. Caz yapmak da doğayla bütünleşmektir. Aynı şey klasik müzik için de geçerli. İyi yapıldığında insana çok büyük keyif verir klasik müzik.

Müziğin size hissettirdiklerini tarif etmenizi istesem…

Hayatta iç ses dediğimiz bir şey var, bu her şey demek. Örneğin bir halterci düşünün; kendinin üç katı ağırlığı kaldırıyor. Ben haltercinin bu ağırlığı kendi içindeki bir karanlıktan aydınlanmaya doğru kaldırdığını düşünüyorum. Fiziksel olarak düşünmüyorum olayları, zaten düşündüğünüzde bu ağırlığı kaldırması çok da mümkün değil. Bir hücre diğer bir hücreyi kaldırıyor gibi… Bu müzikte de böyle. Ben piyanoyu fiziksel olarak çalmıyorum, kalbimde, içimde bir piyano var ve ben onu o kadar sıkı tutuyorum ki dışarıyı bazen fark etmiyorum. Müzik benim için böyle bir şey.

Bazı konserlerinizin iyi, bazılarınızın kötü geçtiğini söylüyorsunuz. Burada kriteriniz ne?

Bu durum aslında müzisyen olarak kendimizle ilgili. Örneğin bazı konserler çok güzel oluyor. Diğerlerinin de çok güzel açılımları, güzel paylaşımları oluyor; daha doğrusu bunlar zaten güzellik adına oluyor. Ama kötü olanlar da, bizim beğenmediklerimiz de var. Bunların içinde istisnalar var; eşref saatime denk geliyor diyebilirim. Böyle anlarda insanın her hücresi ayrı bir parıltı kazanıyor. İşte böylesi anlara denk gelen konserler çok güzel geçiyor. Antep konseri onlardan biriydi örneğin. Diyarbakır konseri de çok ilginçti. Bunların ayrı bir güzelliği vardı. Ama bunu tamamen kendi çalışımla ilgili olarak söylüyorum.

Türkiye’de klasik müziği yaygınlaştırmak için ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz?

Taa Atatürk zamanında, 30 40 yıl önce kurulan kurumların dışında çok yavaş bir ilerleme oldu klasik müzikte. Özendirici fikirler üretmenin Türkiye için kar olacağını düşünüyorum ve nitekim öyle olduğunu da görüyorum. Klasik müzik Avrupa’da olduğu konumda değil Türkiye’de. Baktığınızda Türkiye’deki klasik müziğin yüzde 90’ı devlet. Borusan, Bilkent gibi bazı orkestralar var belki ama yeterli değil. Avrupa’da özel sektör de çok büyük destek veriyor klasik müziğe. Nereden bakarsanız sanatın hayatımızda çok önemli bir yeri var, çok önemli bir mutluluk kaynağı. Bu noktada aslında “Parayla saadet olur mu?” sorusuna da yanıt veriliyor bir nevi. Örneğin bizim “Türkiye Yollarında bir Virtüöz” turnemizi Doğuş otomotiv yaptı. Demek ki herhangi bir otomotiv firması da bunu yapabilir. Önümüzdeki yıla planladığım Doğu Anadolu konserleri için tarım ağırlıklı bir sponsorluk çalışması yapıldı örneğin. Gübre, tarım makinası üreticilerine varıncaya kadar herkesin yapabileceği bir şeyler var klasik müzik için. Bir projem daha var: Anadolu’da müzikten uzak şehirlere klasik müziği düzenli bir şekilde götürmeyi planlıyorum. Önemli olan benim gitmem değil, o şehirlerdeki insanların müzik dinlemesi. Ünlü sanatçıların, orkestraların her hafta bir iki kez doğuda klasik müzik konserleri vermesini sağlayacak bir organizasyon düşünüyorum.

Anadolu’da konserlere ilgi nasıl?

Anadolu’da aslında insanlar bu tip etkinliklere çok meraklı. Diyarbakır’da matine suare olarak çalmıştım, 3000 bilet satıldı. Bu çok iyi bir rakam. Diğer şehirlerde de aşağı yukarı rakam aynı. Anadolu’daki dinleyiciler kendilerini çok onore edilmiş hissediyor. Ankara veya İstanbul’daki seyircide aynı heves olmuyor açıkçası. Onlar da dünyada olup bitenlerin ayaklarına gelmesinden keyif alıyorlar. 30- 40 yıl önce buralara devlet orkestraları giderdi. Hani bir hikaye vardır; klasik müzik konserine götürülen Diyarbakırlılar “Diyarbakır Diyarbakır olalı böyle zulüm görmedi” demiş. Bunlar doğru değil. Konsere gelenler büyük bir konsantrasyon içinde, zevk alarak dinliyor.

Klasik müziği sevdirmek için bir eğitim söz konusu olabilir mi? Anadolu’da verdiğiniz konserlerin öncesinde açıklayıcı konuşmalar yapıyorsunuz örneğin…
Zorla sevdirmek neden olsun? Daha doğrusu nasıl olabilir? İnsan sever ya da sevmez, sonuçta müzik bu. En iyi bestecilerin bile kötü eserleri var. En işi müzisyenlerin bile kötü çaldıkları zamanlar oluyor. Dediğim gibi, insan zevk veren bir şeyi dinler, vermeyeni dinlemez. Ancak klasik müzik hakkında insanların kafalarında bazı soru işaretleri var. İlk defa dinleyen, anlayabilmek için çabalayan insanlar var. Acaba neye göre dinlemeliyiz diye merak ediyorlar haklı olarak. Sonuçta bunda söz yok, armoni, melodi, ritim diliyle anlatılmış duygular var. Ben de örneğin besteciden ve eserden biraz bahsederek bilgi sahibi olmalarını sağlıyorum. Bu ön bilgiler çalınan müziğin gusto’su sadece.

Sertab Erener, Mercan Dede gibi isimlerle birlikte sahne aldınız. Bunu klasik müziği popülerleştirmek adına mı yapıyorsunuz?

Mercan Dede’yle yaptığımız gerçekten de ilginçti. Onun adı “konser parti”. Müzik bitince Mercan Dede’yle birlikte ben de partiye katılıyorum, daha doğrusu DJ’liğe katılıyorum. Bu fikri ben İsrail Flarmoni’den aldım. Onlar hatta katılan gençlere bedava bira falan da veriyorlardı. Bunu neden yaptım? Bir nesil sonraki klasik müzik dinleyicisini hazır edebilmek için, emin olabilmek için. Nitekim İsrail Flarmoni bugün 28 bin abonesi olan bir orkestra, bu haftalık abonman bileti. Müthiş bir şey. Bu tür çalışmaları yapmazsanız popa mahkum olursunuz. Bugün medyanın, radyonun, televizyonun yüzde 99.5’i pop’un hakimiyetinde. Bu aslında yüzde 99.5 yenilgi demek. Siz kendinize alan açmazsanız yok olursunuz çünkü kimse size yer açmaz. Bu çabayı göstermediğiniz zaman 15 yıl sonra bir anda kendi yaşamınızda anlamsız bir noktaya gelmiş olursunuz. Ben bunu 10 yıldır yapmaya çalışıyorum. Üniversitelerde de çok çalarım, sohbetli konserlerimiz olur. Mesela Sertab gibi kaliteli pop yapan isimlerle bir araya gelmek, bizi “klasik müzik de dinleyebilir” bir kitleye ulaştırıyor. Şöyle bir sayı örneği vereyim sizlere: Bugün İstanbul Senfoni veya İstanbul Filarmoni gibi orkestraların konserlerine gecede ortalama 200 – 300 kişi geliyor. Bunlar 1000 kişilik salonlar. Gerçek budur. Bu boşluk müzisyenlerde çok büyük bir moral bozukluğu yaratıyor doğal olarak. Ama onlar bu çalışmaları yapsalardı belki bu böyle olmayacaktı. Örneğin Mercan Dede konserine 8000 bilet satıldı, bunların yüzde 10’u geri dönse 800 kişi eder. Nitekim benim konserlerim dolu, gençler ilgi gösteriyor. Demek ki ben bu çabalarımın geri dönüşünü alıyorum. Bu çalışmalar hep popülist olmakla eleştiriliyor. Oysa ki bu çalışmaların çok başka felsefi ve estetik kaygıları var. Klasik müzik, resim ve edebiyat biraz kendi izleyici kitlesini kendi yaratmak zorunda. Yoksa kimse bunu bizim için yapmıyor.

“Metin Altıok için Ağıt” diye bir albüm yaptınız. Neden onu seçtiniz?

Metin Altıok’la aramızdaki en önemli ilişki, onun çok büyük bir şair olmasından kaynaklanıyor. Bir numaralı ilişki bu. İkinci olarak Metin Altıok bizim aile dostumuzdu, babamın çok yakın arkadaşıydı. Metin Altıok şu Sivas’taki Madımak olaylarında öldürülenlerden biri. Onun orada öldürülmüş olması da etken sebep değil. Asıl etken sebep onun şairliği. Çok derindir, herkese okumasını tavsiye ederim. Kendi iç acılarıyla hesaplaşan bir iç yapısı var. Bu, hepimizde olması gereken bir şey. Ondaki o hesaplaşma güzel. Ama Metin Altıok’un Madımak’ta öldürülmüş olması onunla ilgili hatırlarda kalan en önemli şeylerden biri. Bu yüzden de olayı unutturmaya çalışan dini çevrelerce biraz “istenmeyen adam” ilan edilmiş durumda. Sonuçta katilliğe dönüşmüş bir mitingden bahsediyoruz, unutturulmak istenmesi çok doğal.

Gelecek için planlarınız neler? Gerçekleştirmek istediğiniz bir hayaliniz var mı?

Boş zamanlarımda Bilkent’te ders veriyorum. Çok farklı bir öğrencim var, bin yılda bir gelebilecek bir ses. Yedi oktavlık, her şeyi kapsıyor, gerçekten çok enteresan bir yetenek. Şu an onun albümünün prodüktörlüğünü yapıyorum. Sonra daha küçük yaşta, 13 – 14 yaşlarında öğrencilerim var. Onlarla uğraşıyorum, yorucu bayağı. Bir yandan besteler, bir yandan konserler, bir yandan öğretmenlik, bir yandan babalık… 4 yaşında bir kızım var, onunla ilgileniyorum ve kendime çok az zamanım kalıyor. O yüzden en büyük hayalim sadece en çok istediğim şeyleri yapmak. Aslında çalmayı ve paylaşmayı çok seviyorum ama bir konser yolculuk ve hazırlıklarıyla üç gün demek. Yalnızlık çok var ama ben buna çok alışığım. Çalma aşkı olmasa zaten bu turlar çekilir şey değil.

Büyük bir yeteneğe sahip olan insanlar, genelde zamanları konusunda biraz bencil olurlar. Ama siz paylaşmak adına vaktinizi feda edebiliyorsunuz…

Aslında en büyük hedefim zaman konusunda daha bencil olmak. 40 yaşımdan sonra, yani 6 sene sonrasından bahsediyoruz, konserlerimin sayısını oldukça azaltmayı planlıyorum. Zaten o zamana kadar sosyal ve ekonomik açıdan da bir rahatlama olacak. Ondan sonra biraz daha keyfi yaşamayı düşünüyorum. Aslında 19 – 20 yaşında kurduğum bir hayal vardı, sanırım zamanla o gerçek oluyor. 40 yaşıma kadar müzisyen olacağım demiştim, ondan sonra müziği tamamen bırakıp artık edebiyat mı olur, ressamlık mı, farklı bir alanda çalışacağım diye düşünüyordum. Şu anda tabii ki müziği bırakmak gibi bir şeyi aklımın ucundan bile geçiremiyorum, çok büyük bir aşk ve bağlılık içindeyim. Ama belki de gelişmiş bir hobi olarak başka bir alanla, örneğin edebiyetla da ilgilenebileceğimi düşünüyorum.

Ne tür kitaplardan hoşlanıyorsunuz?

Aslında her tür kitabı okudum. Çok zevk aldığım biyografiler de oldu, bilim kurgu romanları da. Ama asıl bana en çok zevk verenler, eski kitaplar. Eski bir metinle uğraşırken, mesela bir Goethe veya Platon okurken kendimi bir öğrenci gibi hissediyorum.