Amerika’daki tüm hayatını bırakarak bisikletle dünya turuna çıkan Gizem Altın Nance, bugün Buğday Derneği’nde başarılı çevre projelerine öncülük ediyor. Altın Nance’in hayata bakış açısının merkezini ise “Sen dünyanın enerjisine kendini bırakırsan mutlaka su yolunu bulur” düşüncesi oluşturuyor.

Aramızdan kaç kişi bir kez olsun içinden “İşi bırakıp dünyayı gezmek istiyorum” diye geçirdi? Büyük ihtimalle birçoğumuz…

Şimdi anlatacağımız hikaye işte tam da bunun nasıl olabileceğini anlatıyor. Gizem Altın Nance, bir gün bir bilet aldı, önce Avrupa’yı tek başına gezdi sonra Amerika’ya gitti, iyi işlerde çalıştı, ev aldı, üstü açık arabasıyla Los Angelas’ta yaşıyordu. Fakat bir gün eşiyle birlikte bisikletle dünyayı gezmeye karar verdiler. Evi, arabalarını ve ihtiyacı olmayan tüm eşyalarını satarak bisikletleriyle yola çıktılar. Gizem, bu deneyiminin ardından bugün artık Büyükada’da yaşıyor ve Buğday Derneği’nde Eş Genel Müdür olarak çalışan bir gönüllü profesyonel olarak hayatını sürdürüyor. Hayatındaki birçok başarının yanı sıra “Bir Bilet Al” ve “Dostum Pasifik” adında yayınlanan iki kitabı var. Birçok yerde yaptığı sunumlarıyla alternatif bir yaşamın nasıl mümkün olabileceğini anlatıyor herkese ve eğer insanın içerisine bir kez “ben her şeyi yapabilirim” duygusu yerleşirse hayatın ne kadar sürprizli olabileceğini…

Yıllar önce çok güzel insanların arasında tanıdığım Gizem Altın Nance, bu kez de bizim için paylaştı hayata bakış açısını.

Bu sıra dışı hikaye nasıl başladı?

Benim hikayem bir Interrail bileti almakla başladı. Üniversitede ekonomi okudum ve benimle hiç alakası olmayan bir bölümdü. Çünkü ben parayı konsept olarak sevmem zaten, takas üzerine kurulmuş bir dünya hayal ederim. Kısacası ekonomi okumak benim gibi bir insan için en olmayacak şeylerden biriydi. Mezun olduktan sonra bir işte çalışmaya başladım ve bir gün 26 yaşında bir Interrail bileti aldım. Bir ay boyunca Avrupa’nın herhangi bir yerinde herhangi bir trene binip istediğin yere gitme özgürlüğü veren bir bilet bu. Bu bilet sayesinde, planlar yapabilirsin, bir anda trene binebilirsin ama son anda o yöne değil başka bir yöne gitmeye karar verebilirsin. İşte bu özgürlük hissi o kadar “ben istediğim yere gidebilirim” duygusu yaratıyor ki insanda… Ben o zamana kadar Türkiye’de belli okullara gitmişim, mezun olmuşum hop diye bir işe girmişim, hiç böyle bir özgürlüğüm olmamış. Hiç böyle bir düşünce tarzına sahip olmamışım. O yüzden, o bilet bende kapının açılması için bir nokta oldu ve o kapıyı açtıktan sonra da gerisi geldi. Kısacası bugünkü hayatımın sponsoru ilk Interrail bileti aldığım dönemde beni “işten atan” daha doğrusu benim ayrılmak istediğimi anlayınca biz seni çıkaralım ve tazminatını verelim diyen patronumdur. Çünkü o parayla, o bileti alabildim.

Interrail’den döndükten sonra bir de Green Card dönemin var…

Green Card’ı daha önce duymamıştım aslında, bir arkadaşım başvuruyordu ve bana gel beraber başvuralım dedi. Sonuçta ona çıkmadı bana çıktı. Bir noktadan sonra yaşadığın yer sana küçük geliyor. Tabi bu Interrail’in yarattığı “ben her şeyi yaparım” özgüveniyle de iki bavulumla beraber Amerika’ya gittim. Orada bir dönem bir kafede çalıştım. Bu kafe dönemi benim kariyerimdeki önemli dönemeçlerden biridir. Bu kafede çalışırken, Los Angelas’ta UCLA’de Halkla İlişkiler dersleri aldım. Bir yandan çalışıp bir yandan dersleri alırken bir PR şirketinde stajyer olarak çalışmaya başladım. Devam eden 6 yıl boyunca aynı şirkette çalıştım. Orada müşteri temsilcisi, kıdemli müşteri temsilcisi gibi unvanları aldım. Ancak bir süre sonra yine bana yetmedi ve istifa etmek istedim. Zaten doğa sporlarıyla ilgileniyordum ama yetmedi ve doğa eğitmenliği yapmak istediğime karar verdim. Bir süre işime de yarı zamanlı olarak devam ettim ve bir yandan da doğa eğitmenliği yaptım.

Yöneticilerin de destek olmuş olmalı ki yarı zamanlı işine devam edebildin…

Los Angelas’ta iş hayatı, spor ve sosyal hayatla iç içe geçmiş bir hayat. O bakımdan bana da çok uygundu, sabah işe giderken bisikletle gidip dalga sörfü yapıp, sonra köpeğimi de arkaya alıp işe gidebiliyordum. İşte duşumu alıp, çalışmaya başlıyordum. Doğrusu, orada bunu teşvik ediyorlar. Çünkü böyle bir sabahtan sonra ofise bir geliyorum, zıpkın gibiyim ve inanılmaz bir iş çıkarıyorum. 10 insanın işini yapıyorum. Doğa eğitmeni olmak isteyince de yarı zamanlı hem bu işimi hem de onu yapmamı teklif ettiler.

Bütün bunların ardından bisikletle dünya turu fikri nasıl ortaya çıktı?

Kurumsal hayat başka insanları çok mutlu edebilir ve de çok başarılı olabilirler ancak kesinlikle bana göre değildi. Bir zaman sonra zaten her yere bisikletle gidiyordum ve bir gün eşim Bryan’la birlikte bisikletle dünyayı gezmeye karar verdik. Tabi önce para biriktirmemiz gerektiğini gördük. İlk olarak arabaları sattık. Araba ortalama bir insan arabasının sadece masraflarını ödemek için yılda altı hafta çalışıyor. Taksitlerini saymıyorum. Ardından dışarda yemek yemeyi bıraktık ve bir yıl aynı hedef doğrultusunda ilerledik. Evi sattık bu dönemde. Tabi bir yandan da patron şüpheleniyor, ben de “hayatı daha basitleştirmek istiyorum” gibi cevaplar veriyorum. Eşyaların çoğunu sattık ve hatırası olanları küçük bir depoya kaldırdık. İşte ben her şeyi yapabilirim hissi insanın içine bir kere yerleştikten sonra; o zaman hayat çok sürprizli ve mucizelere açık, elbette bir o kadar da zorlayıcı ya da herkesin dediği gibi düzensiz…

Bisikletle gezdiğiniz dönemde neler oldu?

Önce Avrupa’yı geçtik, yolumuz Türkiye’den geçiyordu, zaten ben Türkiye’de bunu proje yapmak istiyordum. Proje İstanbul’dan Sidney’e kadar bisikletle gitmek ve her şehirdeki Sivil Toplum Kuruluşlarıyla, yerel idarelerle görüşerek onlara bisikleti anlatmak üzerine kuruluydu. Yaptığımız şeyin bir misyonu ve amacı vardı. Türkiye, Gürcistan, Özbekistan ve Azerbaycan’ı geçtik ama Kazakistan’da ne yazık ki köy yolunda bir araba çarptı bana, daha doğrusu bir düğün konvoyu. Orada ağır yaralandım. Ambulansla Türkiye’ye getirdiler. Tedavim devam ederken Bryan bir üniversitede işe girdi. Ben de Buğday Derneği’yle tanıştım önce gönüllü olarak onların haftalık e-bültenlerini yapmaya başladım. Sonra profesyonel olarak işe girdim. Beş yıldır Buğday Derneği’nde çalışıyorum.

Bisikletle yola çıktığında çok düzenli ve “rahat” bir hayatı bırakıyorsun. Bu kararı vermek zor oldu mu? Böyle bir netliği yakalamak nasıl mümkün?

Genel iş temposu içindeki insanlara baktığımda çok büyük bir mutsuzluk, çok büyük bir “ ben aslında başka bir şey yapacaktım, ama ne yazık ki buraya takıldım kaldım” hissi ya da özgürlükleri ellerinden alınmışlık hissi görüyorum. Böyle bir hisle huzurlu olabilmek imkansız. Bir yandan da elbette çocukluğundan itibaren sana kodlanan anlamlar ve edinmen gereken şeyler var. Ama insanlar yaşlandıkları zaman kendilerine, “Ben istediğim hayatı mı yaşadım yoksa bana dayatılanı mı” sorusunu sorduğunda “Hayır, ben istediğim hayatı yaşayamadım” demesi bana çok acı geliyor. Ve biliyor musun, ilginç bir şekilde alternatif bir yaşamı seçen, çok fazla gelecekten korkmayan insanların karşısına her zaman sevdikleri, çok keyif aldıkları işlerin çıktığını gördüm. Bu insanların evsiz, mutsuz olduklarını hiç görmedim şimdiye kadar. O kadar absürt şeyler oluyor ki, mesela adam çıkıyor bilmem kaç yıl dünyayı dolaşıyor ve dönüyor bizim daha önce aklımız hayalimiz olmayan bir iş çıkıyor karşısına. Sen dünyanın enerjisine kendini bıraktığında mutlaka su yolunu buluyor.

Sen de şu anda Buğday’da çalışıyorsun. Buradan yeşil yakalı çalışanlara ya da gönüllü profesyonellik kavramına gelebiliriz. Biraz açıklar mısınız?

Buğday’da Eş Genel Müdür’üm şu anda. Beş kişilik bir ihtiyarlar heyetiyiz aslında, bütün durumu değerlendirip Buğday’ın ve bütünün iyiliği için gerekli olan kararları almaya çalışıyoruz. Bu ekipte iki kişi profesyonel olarak çalışıyor. Ne zaman insanlara Buğday Derneği’nde çalışıyorum desem, herkes gerçek işimi soruyor. Gerçekten de dört yıldır her ay maaşım yattığında “üstüne para vermişler” diyorum. Biz buna gönüllü profesyonel diyoruz, bu işe zaten gönlünü vermiş, şevkle çalışan insanlara yaşamlarını idame ettirebilmeleri için bir para vermekten bahsediyorum. Gönüllülük elbette çok güzel ama tam zamanlı bir gönüllülük sürdürülebilir değil. Bizim derneğimizde 13 elemanımız var, bunların hepsi gönüllü profesyoneller. Maalesef, Türkiye’deki STK’ların sürdürülebilirliğini sağlamak gerçekten çok zor. Kurumsal hayat STK’lara destek verebilecek şekilde gelişmemiş. Gelişiyor ama çok yavaş ve uzun sürecek bir süreç gibi gözüküyor.

Buğday Derneği’nde neler yapıyorsunuz?

Buğday, yüzde 100 ekolojik pazarların alt yapısını hazırlayan ve bunları teşvik eden dernek. Şu anda bizim kurduğumuz veya kurmadığımız pek çok ekolojik pazar var. Dernek olarak daha çok gıda güvenliği ve güvenirliği üzerine çalışmalarımız var, GDO karşıtı bir derneğiz. Son zamanlarda GDO karşıtı kampanya başlatmıştık. TaTuTa adında tarım – turizm – takas ağımız var. Bu ağ içerisinde 100 tane ekolojik çiftlik var ve burada herkes gidip gönüllü olarak çalışabiliyor. Oraya gidip emeğini koyabiliyorsun. Bir şekilde tüketici ve üretici arasında bir bağ oluşturmuş oluyoruz. Bir yandan üretici, şehir kökenli tüketiciyi anlıyor ama en önemlisi tüketici organik ürünleri üretmenin ne kadar meşakkatli olduğunu görüyor. Çünkü gerçek organik tarım yapmak o kadar zor ki… Bunun da bu yüzden gerçekten bedeli yüksek. Bu konuda eleştiriler var. Ben de onlara soruyorum sizin marketten aldığınız gıda neden bu kadar ucuz? Bunun yanı sıra tohum bizim için çok önemli, tohum takas ağımız var. Burada Anadolu’nun kaybolmakta olan tohumlarını ziraat mühendislerimiz araştırdı ve onların bulunduğu yerleri buldu. Biz bunları ekolojik çiftliklerimizde ektirdik, hasat ettirdik ve şimdi “tohumtakas.org” adresinde paylaşmaya başlayacağız. İnsanlar tohumlarını takas edecekler. Şehirlinin elinde tohum olmadığı için bazen tek taraflı olacak bu takas ama çiftçiler de onu helal edecekler.

Türkiye’de toplumsal duyarlılık noktasında geliştiğini düşündüğün neler var?

Bu yıl gerçekten önemli değişiklikler oldu. Önceden doğayla ilgili soruları sormayan insanlar artık ters taraftan sorular sormaya başladı. Bunun bilimsel bir açıklaması da var, kapıdan içeriye girdiğinde anahtarı aynı yeri değil de başka bir yere koymaya başlarsan hayatında bazı şeyleri daha kolay yapmaya başlayacaksın. İşte bu yıl bir şekilde ekolojiyle ilgisi az olan insanlar için inanılmaz bir dalga oldu. Bu insanlar bence kısa vadede, belki kırsala yerleşecekler, belki bir Interrail bileti alacaklar, belki bir aktivist olacaklar veya STK’larda çalışmaya başlayacaklar ama tüm bunların dışında belki bir şirkette çalışıyorlar, o zaman da STK’lara başka bir gözle bakmaya başlayacaklar. Bu Türkiye’deki çevre hareketi için çok önemli.

Ada hayatı ve kızından bahsedelim, Maya için nasıl bir gelecek hayal ediyorsun?

Her zaman adada yaşamak isterdim aslında. Taşınacağımız bir dönemde bir gün kafedeki bir garson çocukla konuşurken bize “ben adada yaşıyorum, tam adalık insanlarsınız adaya gelsenize” dedi. Sonra yerleştik ve kızımız Maya doğdu. Şimdi iki yaşında, adada arabaların olmadığı, yemyeşil, etrafı denizle çevrili bir yerde yaşıyor. Bizim evimizde televizyon yok, benim evime gazete de girmez çünkü bunların eve girmesi insanın ve o evin dengesini bozuyor. İnternet üzerinden elbette haberleri takip ediyorum. O dünyayı evimin ve Maya’nın dışında tutmaya çalışıyorum. Şu anda tam bir mutluluk ve saflık içerisinde. Çocuklar doğuştan çok mutlular ve onu bozmaya hakkımız yok. Ama elbette hiç alternatif çıkmazsa Maya da okula başlayınca Büyükada İlkokulu’na gidecek, tıpkı benim Göztepe İlkokulu’na gittiğim gibi…