Mülakat yapmanın zorluklarından bunalmış olan İK’cımızın eşi, bir iş görüşmesine davet ediliyor. Kendinin, eşinin ve yakınlarının heyecanı, İK’cımıza yaptığı işin adaylar için ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor. Ve adaylara saygının ne demek olduğunu…
Günün son mülakatındayım. Artık aynı cümleleri kurmaktan ve benzer sözleri işitmekten bıkmış durumdayım. Zihin öyle bir noktaya geliyor ve bir adım daha ileri gitmek istemiyor. Kelimeler parlayıp parlayıp sönen ışıklar gibi, hiçbir anlam ifade etmiyor benliğimde. Adaya içimden, “Sus!” demek istiyorum, diyemiyorum. Fakat benden buraya kadar. Aklımdan günde on hatta on beş mülakat yapan arkadaşlarımı geçiriyorum. Olacak şey değil, ne zor iş. İşe alım, içine girmeyene göre öyle basittir ki. Sık sık duyuyorum diğer bölümlerdeki arkadaşlarımın şu sözlerini: “Sizinki de iyi iş vallahi, gelenle konuş yolla, gelenle konuş yolla… O anlatsın sen dinle…” Oysa ki her şey bu kadar kolay olsa, içi beni dışı seni yakar. “Yok efendim kolay iş sizinki. Zaten memlekette dolu işsiz var, ne olacak…” Öyle öyle, davulun sesi uzaktan hoş gelir.
Pozisyona en uygun adayı bulmanın zorluğu yanında, bir de mülakatlardan bıkkınlık var. Her gün ona yakın, belki de daha fazla kişinin geçmişini, dertlerini, şikâyetlerini, gelecek planlarını, yalanlarını, doğrularını dinliyorsun. Üstelik her seferinde benzer cümleleri duyuyor ve aynı tepkileri veriyorsun. Her gün aynı oyunu birkaç kere oynamak zorunda kalan bir tiyatro oyuncusunu düşünün. Çekilir dert değil. Bir süre sonra tüm senaryoyu ezberliyorsunuz. Soruyu sorduktan sonra, adaydan önce içinizden bir ses cevabı vermeye başlıyor, ardından aday sanki o sesi tekrar ediyor. Bilinen cevaplar, mülakat klişeleri havada uçuşuyor. Evet mülakat klişeleri. Bu işte klişe yüzlercedir. Örnek mi? Mesela herkes takım çalışmasına yatkın, herkes analitik, herkes dürüst, hiç kimse başarısız değildir. Herkesin geçmişi büyük projelerle doludur. Sonra herkesin hayata geçirmek istediği planları vardır. Mesela otuz beş yaşına gelip hala MS Office öğrenememiş bir bey, “Yakın zamanda halledeceğim,” der. Bir başkası tüm öğrencilik, iş hayatını pas geçmiş, birkaç ay sonra İngilizce kursuna yazılacağından bahseder. Sigara içenler bırakmayı düşünür, bırakmayı düşünmeyenler mesai saatleri dışında içer. Herkes tenis oynar, pek çoğu seyahat etmeyi sever. Kitaplar okunsa da nedense son okunanlar hatırlanmaz. İşten ayrılma durumlarında ya haksızlığa uğranır ya da şu kurumsallığın olmaması bir anda sorun olur. Herkes de kendine göre bir kurumsallık tarifi yapar; işinden saatinde çıkamayan için mesai saatlerinin düzenli olması, maaşını zamanında alamayan için ödemelerin düzenli olmasıdır kurumsallık. Belki de yüzlerce klişe… Mülakatçı sabırla dinler aynı şeyleri ve altındaki gerçek sebepleri arar. Asıl iş de bundan sonra başlar. Neden sonuç ilişkileri kurmak, ilk dakikada söylenen bir cümle ile yirminci dakikada söylenen arasındaki çelişkiyi yakalamak, mimikleri, el kol hareketlerini takip etmek, adaya “seni dinliyorum” hissi vermek, bir yandan notlar almak… Bunların hepsi ama hepsi zihni çok yorar, tıpkı şu anda bende olduğu gibi. Uyumamaya çalışarak, fakat dikkatimi çok da toplayamayarak bitiriyorum günün son mülakatını. Sonradan kendime çok kızacağımı bilsem de apar topar uğurluyorum adayı. Mülakat esnasındaki dikkatsizliğim, mülakat sonunda umursamazlığa dönüşüyor. Hiç vicdanım sızlamayarak çıkıyorum mülakat odasından. Her gün bu bayan aday gibi on tanesi geliyor buraya, ister istemez duyarsızlaşıyor insan. Böylece günü bitiriyorum ve akşam oluyor. Servise yetişmek için aceleyle eşyalarımı toplarken telefonum çalıyor. Arayan eşim, sesi heyecanlı mı heyecanlı:
-Bil bakalım ne oldu? diyor.
Heyecanla:
-Ne oldu? diye soruyorum.
-Beni T. Holding’den aradılar, yarın için iş görüşmesine davet ettiler.
Her gün pek çok kişiyi iş görüşmesine davet eden ben bile bir anda heyecanlanıyorum. Aceleyle ayrıntıları alıp evde daha detaylı konuşmak üzere eşime veda ediyorum. Yol boyu da bu konuyu düşünmeden edemiyorum. “Demek bizimkini mülakata davet ettiler, hadi bakalım hayırlısı.”
Akşam yemekteyken eşimin heyecanı ve telaşı görülmeye değer. Bana bir dakikada onlarca soru soruyor. “Acaba ne giymeliyim, mülakatta nasıl hareket etmeliyim, ne şekilde konuşmalıyım? Peki sabah nasıl gideceğim? Zor izin aldım iş yerinden, dönüşte müdürüme ne diyeceğim? Sence bu şirket nasıldır, şartları iyi midir? Yol problem olur mu, servisi var mıdır? Heyecanımı belli etmemeye çalışarak cevaplıyorum eşimi. Bir yandan da düşünmeden edemiyorum: “Demek böyle oluyor, biz telefonu kapattıktan sonra da adaylarımız böyle heyecanlanıyor, ailelerini de bir heyecan dalgası sarıyor….”
Geceye doğru anne babalarımız arayıp, “Hadi hayırlısı, başarılar,” diyorlar. Heyecan aileyi de geçip her tarafa yayılıyor. Eşim gece erken yatıp, muhtemelen oldukça geç uyuyor. Sabah da benden önce kalkıp hazırlanmaya başlıyor. Heyecan gittikçe telaşa dönüşüyor. “Her şeyin hayırlısı,” diye diye kendimizi sokağa atıyoruz. Yol boyu ona mülakat taktikleri vere vere ilerliyorum. Ayrılma vakti geldiğinde ise onda telaş bende merak kalıyor. Fakat iki saat beklemek zorundayım. “Demek böyle oluyormuş bir yakının iş görüşmesine gitmesi,” demekten de kendimi alamıyorum. Hadi hayırlısı…
Eşim mülakata giriyor ve şirketten çıkar çıkmaz heyecanla bana yaşadıklarını anlatıyor. Geride onlarca yorum, sonuç hakkında fikir yürütme ve kocaman bir merak kalıyor. Ama beklemeliyiz sonuç için birkaç hafta. Ben içimden, “İnşallah zamanında geri dönüş yaparlar,” diyorum, İK’nın bu konudaki kötü şöhretini hatırlayarak. Eşim benim ardımdan anne babası ve kardeşleri ile konuşuyor. Ailede bir heyecan, bir bekleyiş. Muhtemelen birkaç hafta sürecek bu durum. Mülakat böyle bir şey, adayı ve çevresini derinden etkileyen.
Eşimle telefonda konuştuktan sonra içimi bir sıkıntı kaplıyor. “Acaba nasıl biriydi mülakatçısı?” diye sormadan edemiyorum kendi kendime. “Yoksa benim dün akşamki psikolojimde olan, aday dinlemekten bıkmış, klişeler işitmekten gına gelmiş birisi miydi? Fakat bu haksızlık, eşim öyle istekli ve heyecanlıydı ki bu mülakat için. Ya benim dün akşam o bayan adaya karşı takındığım tavır? Bizim yorgunluğumuzdan, bıkkınlığımızdan adaya ne? Onun suçu ne?”
Bir anda işe başladığım ilk yılları ve adaya saygı prensibini hatırlıyorum. Aday en başta aday olduğu için saygı hak eder. Kişi sizinle görüşmek için zaman ayırır, hazırlanır, mesafeler kat etmek ve karşınızdaki yerini alır. Sonuç ne olursa olsun sırf bu özverisi için ona asgari zaman ayrılmalı ve gereken ilgi, saygı gösterilmelidir. Belki o benim için her gün gördüğüm on adaydan biridir ama ya onun için ben? Ya o, ailesi ve onun geleceği için ben? İşe alım oldukça zor ve sorumluluğu ağır bir iş. Dışarıdan kim ne derse ve nasıl görürse görsün.
Ben eşimin mülakata girdiği o günden sonra İK adına bazı şeyleri farklı görür olmuştum. Artık her aday benim için özeldi ve saygıyı sonuna kadar hak ediyordu.

Kariyer Dergi Ekim 2008