Sıradan bir hikaye… Veya değil…
“Bir grup meslektaşımın önünde ayakta konuşuyordum. Dinleyicilerin sunumumdan biraz sıkıldığını düşündüm. Salondakiler esniyordu. Dikkatim dağıldı, kendime ve anlattığım şeye inancımı bir anda kaybettim. Arkada çalan müziği duydum, yine aynı müzik… “Yapamazsın ki! Yine yapamadın” şarkısı çalıyor… Artık salondakilerin ne yaptığının veya ne cevap verdiğinin önemi yok. Gözlerimden yaşlar süzülüyor, canım acıyor, kızıyorum ama kime bilemeden… Duymuyorum söylenenleri… Tek duyduğum içimdeki acı…  Ben kendi zihnimdeki sesin kalabalığına karıştım. Uzun yıllar öncesine gidiyorum… Salon yine kalabalık… Piyanonun tuşlarına yanlış basıyorum. Annemler çıkışta azarlıyorlar “Yine hatalı çaldın. Hep yanlış yapıyorsun zaten”.
Sonra ben de kendime kızıyordum niye böyleyim diye…O zamanlar onların verdiği sufleler bugün kendi sesim oluyor. Hep çaresizce ötekilerin gözlerinde yıllar önce kaybettiğim aynayı arıyorum. Kendime güvenim yok ki benim. Hep ötekilere bağlıyım”.

Çevreyle ilişkilerimiz bizi tanımlıyor

Zaman zaman gündelik yaşamda veya iş yaşamında kendimize güven konusunda iniş-çıkışlar yaşayabiliriz.  Hepimiz insanız. Bazen kendimizi enerjik ve iyi hissedebiliriz. Bazen de cansız, üzgün ve dalgın… Böyle zamanlarda, kendimizle ve dünyayla ilgili olarak olumsuz düşüncelerimiz ve yoğun kaygılarımız olabilir. Yine hepimize tanıdık gelebilecek şekilde, bazı kişilerin varlığı kendimizi iyi hissetmemize yardımcı olurken, bazılarının varlığı da genelde kendimize güvenimizi sorgulamamıza sebep olabilir. Birisi bizi beğenmediğinde,  bizi dinlemediğinde veya bize arkasını döndüğünde kendimizi kötü hissedebiliriz. Diğer bir deyişle, aslında çevremizdeki kişilerle kurduğumuz ilişkilerden edindiğimiz izlenimler aracılığıyla duygu dünyamızda hem onları hem de kendimizi tanımlamaya girişiriz. 

İlk düşüş

Dünyaya atıldığı andan itibaren bebek kendini bu dünyanın merkezinde görür. Bebeğin  fiziksel olarak hayatta kalması için yaşadığı ortamda belli koşulların gerçekleşmesi gerekir: oksijen, yemek ve bir dereceye kadar sıcaklık. Aynı şekilde, psikolojik olarak varolması da ancak içinde bulunduğu psikolojik çevrede bazı koşulların sağlanması ile mümkün olabilir: Duygusal ihtiyaçlarına uygun karşılıkları veren ötekilerin varlığı. Duygusal ihtiyaçlar nasıl doyurulabilir? Bebek, görülmeye, onaylanmaya, gerginliği arttığında korunmaya, desteklenmeye ve herkes gibi olduğunun kabul edildiğini hissetmeye ihtiyaç duyar. Varlığına değer verildiğinin bilgisini bebek annenin dokunuşları, bakışları ve ses tonu aracılığıyla alır. Fakat eninde sonunda her anne doğal olarak bazı zamanlarda bebeğin ihtiyaçlarını karşılarken yetersiz kalabilir ve/veya gecikebilir. “Ben harikayım istediğim her şey karşılanıyor” diyen bebeğin içinde bulunduğu mükemmel denge durumu sarsılır ve “Ben ve annem farklıyız. İstediklerim anında karşılanamayabilir” demeye başlar. Eğer anne yeteri kadar bebeğinin ihtiyaçlarına duyarlıysa, bebek kaçınılmaz olarak yaşayacağı bu tür hayal kırıklıklarıyla baş edebilecek kaynaklara sahiptir. Diğer yandan, bebeğin  duygusal ihtiyaçlarının karşılanmasında babanın da sahneye girmesi gereklidir. Bebek güçlü gördüğü, hayran olduğu babanın kendisini rahatlatmasına ihtiyaç duyar.
 
“Kendine güven konusunda  iniş çıkışlar yaşamak çok normal. Ama inişleri daha az yaşamak için kendimize olan güvenimizi, başkalarının düşüncelerine endekslemekten vazgeçmeliyiz.”
 

Güveni başka yerde aramak

Sağlıklı gelişimin devam etmesi için hem annenin hem de babanın çocuğa, yaşına uygun dozlarda sınırlar koyması gerekir. Böylece çocuk hem kendisini hem de ötekileri daha gerçekçi şekilde görmeye başlar. Kısaca, sağlıklı gelişim sürecinde, annenin ve babanın çocuğun duygusal ihtiyaçlarını çocuğun ihtiyacı olduğu şekilde doyurmasıyla, çocuğun kendine güveninin ve yaşamla ilgili sahip olduğu ideallerinin temel taşları döşenmiş olur. Diğer yandan, annenin ve/veya babanın kendi duygusal ihtiyaçları çok yoğunsa, enerjilerini çocuklarına yatıramadıklarından çocuklarını zamanından önce yalnız bırakırlar. Bu durumda, çocuğun duygusal repertuarındaki boşluklar, ilerde yetişkin olarak kendine güveninin çok hassas dengelerin üzerine oturmasına, iç dünyasında anlam veremediği boşluk, anlamsızlık hisleri gibi duygusal gelgitler yaşamasına sebep olur. Erken dönemde henüz yeterli kaynakları oluşmadan kendi kaynaklarıyla baş başa bırakılan çocuklar yetişkin olduklarında da geçmişte yitirdikleri ya da hiç sahip olamadıkları o “sevgi dolu bakışı” diğerlerinin gözlerinde arar dururular. “Başkalarının gözlerinde kendi kendilerini bulabilmek umuduyla”  hiç yalnız kalmazlar, hep temas ararlar. Sürüklenirler.

Güvenimizi kendimiz oluşturmalıyız

İşte yukarda kısaca anlatmaya çalıştığımız kendiliğin gelişimi sırasında ortaya çıkan ihtiyaçlar yaşam boyu devam eder. Tamam “kendine güveni” biz kendi kendimize sağlamalıyız. Tamam, bizler yetişkinler olarak ötekilerin verecekleri tepkilere bebeklerden daha az ihtiyaç duyuyoruz. Fakat bu ihtiyacımızı karşılamayı bir noktaya kadar kendi kendimize başarabiliriz. En önemli başarımız, ötekilerin bize vereceği onaya ve kabule ihtiyaç duyduğumuz ve bunların karşılanmadığı durumlarda da  geçmişteki ve şimdiki başarılarımızı düşünerek hayal kırıklıkları karşısında parçalanmadan kendimizi destekleyebilmeye devam edebilmemizdir. Tabii resme bütün olarak bakarsak, yine de, yaşam boyu gözlerimiz ve antenlerimiz her yöne açılmış şekilde değerli bulunup bulunmadığımıza dair mesajlar almaya ilişkin çok hassas olmaya devam ederiz.