Uzmanlık alanını havadan sudan konular olarak açıklayan Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu, başarıları karşısındaki mütevaziliğini koruyor. Açık sözlü eleştirileriyle tanınan Kadıoğlu, Türkiye’de özellikle kavramlar konusunda yapılan yanlışlara müdahale etmeden duramadığını anlatıyor.
Türkiye’de çevre, afet ve meteoroloji konusunda bilgisine ilk başvurulan isimlerden biri olan Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu, akıllarımızda yer eden yüzü asık üniversite hocalarının çok dışında. Özellikle uzun yıllar boyunca Açık Radyo’da Ömer Madra’yla birlikte hazırladıkları Havadan Sudan programı ve köşe yazılarıyla geniş kitleler tarafından tanınan Kadıoğlu, Türkiye’de birçok kavramın yeniden konuşulmasında etkili oldu.
Aslen Sürmeneli olan Kadıoğlu’nun ailesi yıllar boyunca sellerle mücadele etmiş. Kendisi de 1961 yılında sel nedeniyle göç ettikleri Trabzon Maçka’da doğan Kadıoğlu ve ailesi orada da selle karşılaşınca Akyazı’ya ve bir kez daha sel olunca önce Dilovası’na, son olarak da İstanbul’da Beylerbeyi’ne yerleşmiş. Doğal afetlerle olan ilişkisi daha o yıllarda başlayan Kadıoğlu, belki de bu sebeple her zaman doğa olaylarına meraklı olduğunu söylüyor.
Mikdat Kadıoğlu, lafını esirgemeden yaptığı tespitleri, doğal afetler ve meteoroloji konusunda hem bilimsel hem de resmi kurumlardaki başarıları ve elbette samimiyetiyle birçok kişi tarafından tanınan, sosyal medyada sekiz binin üzerinde takipçisi olan bir akademisyen. Kadıoğlu’nun keyifli sohbetine bu kez de biz ortak olduk.

Çocukluğunuzdan bugüne, meslek ve kariyer seçimlerinizdeki yolculuğunuzu anlatır mısınız?
Okul hayatım boyunca pek çok şehre gittik, geldik. Hiçbir zaman bir okulda iki yıl okumadım. Bu nedenle de hiçbir okulda haylazlık yapacak, çeteleşecek bir arkadaş grubum olmadı. Her gittiğim yerde kendimi göstermem ve kabul ettirmem gerekiyordu. Orta sondayken babam Almanya’da işçi olarak çalışıyordu ve ben herkesten habersiz devlet parasız yatılı sınavına girdim. Akyazı’da oturuyorduk ve İstanbul İnşaat Teknik Lisesi’ne yatılı olarak başladım. Ardından İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Meteoroloji Mühendisliği’ni kazandım. Açıkçası zaten oldum olası aklım havadaydı. Her zaman yağmurla ve havayla ilgilenirdim. Üniversitede okuduğum dönem ise 1980-84 yılları arası. Anfilerde inzibatların beklediği bir dönem. Okuldan dört yılda iyi dereceyle mezun oldum. Önce Meteoroloji Genel Müdürlüğü’ne başvurdum, beni almadılar. Çünkü Meteoroloji Genel Müdürlüğü, Meteoroloji Mühendisi almıyormuş. Sonra kaçak evler için af çıktığı ve projeler çizildiği bir dönemde inşaat teknikeri olarak binalara plan-proje çizmek istedim, oraya da üniversite mezunu olduğum için almadılar. Sonra ben de tekrar devlet sınavına girdim ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın zorunlu hizmet karşılığında doktora ve master programıyla Amerika’ya gittim.

Her zaman çalışkan bir öğrenci miydiniz?
Hiçbir zaman çok çalışkan öğrenci değildim. Teşekkür alıyordum ama takdir almıyordum örneğin. Hiçbir zaman gece 11’den sonra ders çalışmam. Kısacası ortanın üstüydüm diyebiliriz. Ama çok ilgiliydim, hala da öyleyim. Merak ettiğim şeyleri çok iyi anlamaya çalışırım. Belki biraz da bu yüzden lisede en sevdiğim ders psikolojiydi. Hep 10 alırdım, çünkü insanların neye göre davrandığını hep merak ediyordum. Mesela Milli Güvenlik dersine hiç anlam veremiyordum. Çünkü gerçek hayatta karşılığını göremiyordum. Biraz sorgulayan bir tipim, analitik bir yapım var. Bu da merakı getiriyor.
Amerika yıllarınız nasıl geçti? Orada kalmayı düşünmediniz mi?
Amerika’da master ve doktoramı yaptım. O sırada 3,5 yıl kadar Türk Öğrenci Derneği Başkanlığı yaptım. Orada kaldığım 6 yıl sonrasında da burada 12 yıl mecburi hizmetimi tamamladım. Amerika’da öğrenciyken yüz binlik matrisler çözüyordum süper bilgisayarlarda, Hesaplamalı Fizik Dergisi’ne yayın yaptım. Atmosfer Bilimleri’nde en başarı öğrenci ödülü gibi ödüller aldım. Ama sonunda Cuma günü mezun oldum, Pazartesi günü Türkiye’ye döndüm. Orada çalışmaya hiç niyetim yoktu, birkaç iş teklifi vardı ama hiç düşünmedim. Amerika bana robotik bir yer gibi geliyordu. Araban var, evin var ama değeri yok, çünkü etrafında onu paylaşacak dostların yok. Ne olursan ol, tam olarak oraya ait değilsin.

Türkiye’deki kariyeriniz nasıl gelişti, bir üniversite hocası olarak birçok insan tarafından tanınmanız nasıl oldu?
İTÜ’ye geldim ve zamanla profesörlüğe kadar yükseldim. Geldikten kısa bir süre sonra Bölüm Başkan Yardımcısı oldum ve o günden itibaren idari işler peşimi bırakmadı. İTÜ Afet Yönetim Merkezi Müdürü oldum, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Afet Koordinasyon Merkezi AKOM’da beş yıl çalıştım. İstanbul Valiliği Danışmanlığı yaptım ve devam ediyorum. Kızılay’da Başkan Danışmanlığı, Başbakanlığa bağlı AFAD’da danışmanlık yapıyorum. Şu anda Birleşmiş Milletler’e bir rapor yazıyorum. Gazete yazıları, TV programları, Açık Radyo’daki 15 yıllık Havadan Sudan programı… Yani havadan, sudan ve afetten sorumluyum.

Sizi herkesin tanımasındaki dönüm noktası ne oldu?
İTÜ’ye geldiğim dönemde Türkiye’de çok fazla çığ oluyordu. Bir gün televizyona Meteoroloji Genel Müdürlüğü Hava Tahmin Dairesi’nden biri çıkmış “Ne yapalım, çığı tamir edemeyiz ki” diyordu. Ben bunun Amerika’da tamir edildiğini biliyorum. İşte o zaman gazetelere tek tek mektupla yazı yazmaya başladım ve bunun yapılabileceğini söyledim. O adam beni tetikledi. Halkı yanlış bilgilendiriyordu ve benim bunu anlatmam lazımdı.

Bir üniversite hocası olarak bunu yapmak o dönemde zor olmadı mı?
Çok zor oldu, mahkemeler açıldı. Rektöre, bölüm başkanına baskı yaptılar. Çünkü kimse buna alışkın değildi, hiçbir zaman televizyona çıkmazlardı. Bir yerde bir çığ düşse, sel olsa üniversite hocaları da herkes gibi televizyon haberlerinden izliyordu. Oysaki bu bizim işimiz. Öğretim üyelerinin belli başlı görevlerinin arasındadır bu. Nedir görevlerimiz? Halkı aydınlatmak, politikalara yön vermek, bilgi üretmek, üretilen bilgiyi yaymak, standartları koymak… Öğretim üyesi sadece ders verip, makale yazmaz. Bir aydın olarak aydınlatma görevi vardır. Sadece eleştirmemesi, yol göstermesi lazım. Ben böyle yola çıkınca halka en basit nasıl anlatacağımızı düşünmeye başladım, hep okumak ve gündemi takip etmek zorunda kaldım. Sokağa çıkacak Ayşe Teyze’den tut da uçağını kaldıracak pilota kadar hayatın her yerinde meteorolojiye ihtiyaç var. Tüm bunların sonucunda toplam hakkımda açılan dava miktarı 515 milyar TL. Hiçbirini kaybetmedim ama yargıyı baskı aracı olarak kullanmak istediler. Oto sansür yapmak istediler bir anlamda.

Sizin bu muhalif tavrınızın yanında bütün resmi kurumlarla çalışmalarınız da devam ediyor. Eleştirisi dengesini nasıl koruyorsunuz?
Bence kötü niyetli olmadığımı ve Türkiye’ye yakışanı istediğimi, dost olarak eleştirdiğimi biliyorlar. Bunun yanında eleştirilerimden bir çıkar sağlamaya çalışmadığımı da biliyorlar. Siyasi bir karşıtlığım yok, onların makamında gözüm yok, rakibi de değilim. Türkiye ve o kurumların başarısını önemsiyorum. Ama doğruyu söylüyorum sadece. Biliyorlar ki doğruyu yaptıklarında övüyorum da. Ama yanlış daha çok yapılıyor maalesef, o nedenle de eleştirel kalıyorum bu durumda. Geçen günlerde havai fişek atılması yasaklandı örneğin, bu gecikmiş de olsa iyi bir gelişme ve bu gibi iyi gelişmeleri de söylüyorum.

Neler kızdırıyor sizi?
Meselemiz Türkiye bir afet bekliyor ve enkazdan kurtaracağımız 200, 300 insan değil . Ben en çok Türk’ün Türk’e propagandasına kızıyorum. Kendini övende de çok şüphelenirim. Türkiye’de yöneticilerin işi çok zor. Siyasi de olsa şirkette yönetici de olsa bu böyle. Çünkü hemen etrafını birileri sarıyor. Yönetici onları aşıp da dışarıya bakamazsa yolundan çıkıyor. İyi işlere niyetli de olsa yapamıyor. Çünkü birkaç tane ağaçtan ormanı göremiyor.
Kariyerinizi planlarken bugün için neleri öngörmüştünüz?
Ben hiçbir kariyer planı yapmadım. Sadece bir iş yapıyorsam en iyi şekilde yapmam gerektiğine inanırım. İçime sinecek bir iş yapmam gerekiyor. Ben ilkokul 3’te sınıfta kaldım. Öğretmenimiz birinci karneden sonra öldü, sonra bir bayan getirdiler başımıza. O bayan da yılsonunda kılık kıyafetimize baktı. Ben teyzemin önlüğünü giyiyordum, ayakta kara lastik. Tipime baktı ve sınıfta bıraktı. Öyle bir yerden gelirken bu tür planlar yapamadık tabi. Sadece her zaman ne kitap bulsam okurdum ve bunların hepsini meraktan okurdum. Elbette biraz konjektür denilen hadise de çok önemli, onu isteseniz de siz değiştiremiyorsunuz. Ama dediğim gibi merak çok önemli.

Başarı kriteriniz nedir?  
Başarı nasıl ölçülür bilmiyorum. Ben Türkiye’de meteoroloji ve afet yönetimi konusunda insanları ne kadar etkileyebildiğime ve dünya seviyesine getirebildiğime bakarım. Benim bütün sıkıntım bu. Mesela bir yazı geliyor bir kurumdan ve içerisinde “Depremden sonra oluşan ikincil afetlerden dolayı sel” diye yazıyor. Ben bu yazıyı görünce çıldırıyorum. Çünkü selin olması için deprem olması gerekmez. Müdahale etmek istiyorum hemen, twitter’a yazıyorum, gazeteye yazıyorum.

Twitter’da sekiz bini aşkın takipçiniz var… Sosyal medya sizin için ne anlam ifade ediyor?
Sosyal medyaya ilk başta biraz dalga geçmek için girdim, hala da çoğunlukla öyle yapıyorum. Öte yandan da bir anda “deniz çekildi” haberleri çıkıyor ve insanlar da bilgi arıyor. Mesela hortum çıkıyor bazıları kasırga diyor, bazıları başka bir şey diyor. Biz doğayı iyi bildiğimiz için insanlara cevap vermeye çalışıyoruz. Çünkü meteoroloji okuryazarlığı Türkiye’de çok zayıf. Afet okuryazarlığı da öyle. Ama bunları bir araya bağlamak gerekiyor. Havayı, iklimi, suyu, afeti… Bağladığın zaman şaşırıyorlar.

Size en çok hangi sorular soruyor?
En çok “Yarın hava nasıl olacak?”  diye soruyorlar. Ben de bilmiyorum diyorum. Ben birçok şeye çok rahat “bilmiyorum” derim.

Afet yönetiminde ve daha birçok konuda bilmediklerimizi söylediniz. Hangi noktalarda en kritik yanlışları yapıyoruz?
Türkiye’deki en önemli kavram yanlışımız, herkesin her işi yapması. Meteoroloji işlerinin başında muhasebeci bir müdür, Afet Yönetimi Başkanlığı’nda bir tane kaymakam olabiliyor. Devlette en büyük yanlış, işi ehline vermemek ve kurumların sürdürülebilir olmaması. Çünkü kurumların hafızası yok. Koltuklardaki insanlar çok değişken ve bu nedenle de sürdürülebilir değil. Gerçek uzmanlarla uygulayıcılar arasındaki köprü yok ya da çok zayıf. Oysa Türkiye’de yetişmiş insan var, kaynak var, para var ama helva yapacak bir sistem yok. Herkes sırça köşkünde kendi halinde bir şeyler yapıyor. Bir de ekip taşıma özelliği var. Bir yere atanıyorsun ve ekibini de birlikte götürüyorsun. Bu ekip sadakate dayalı, liyakata dayalı değil. Çünkü şablonlara koyuyoruz insanları.

Sosyal hayatınızda neler yapıyorsunuz?
En özlediğim yer ev. O nedenle de benim için en iyi tatil evde olmak. Çünkü zaten her hafta bir yerlere gidiyorum. Bir ev cadısı karım, iki tane de kızım var. Yalan Dünya’yı seyrediyorum. Espri ve zeka olan şeyleri seyretmeyi seviyorum. Sahilde hiçbir şey olmadan yatamam ki ben. O şekilde hiçbir şey yapmasam tıpkı bilgisayarlar gibi uyku durumuna geçerim hemen.