Bazı adaylar için mülakatlar, tüm dertlerini anlatıp rahatlayacakları bir ortam. Bu yüzden işle ilgilenmeseler bile gelip yaşadıkları haksızlıkları, çatışmaları, bunun özel yaşamlarına etkesini, her şeyi anlatıyorlar. Peki bütün bunları her gün altı yedi kişiden dinleyen İK’cımız kendini nasıl hissediyor? İşte öykümüz bunu anlatıyor.
Son sorumu da sorup arkama yaslanıyorum ve bir mülakatın daha sonuna gelmenin ferahlığını içimde duyuyorum. Kolay değil, her birine en az kırk beş dakika ayırarak her gün altı yedi insanı dinlemek. Konuşulanlar sadece geçmiş tecrübeler olsa yine iyi, işten ayrılma sebepleri, sosyal koşullar, devam edilen eğitimler, biraz özel hayat… Konu insan olunca ister istemez, profesyonellik denilen ince duvar aşılıp insanlık toprağına giriliyor. Mesela hiçbir aday salt genel sebeplerle işten ayrılma kararını açıklayamıyor, yaşadığı sorunlar oluyor, parasal mevzular gündeme geliyor, kişisel çıkar çatışmaları gün yüzüne çıkıyor… Mülakatçıya da oturup bunları dinlemek kalıyor, ha bir de aralara girip soru sormak…
Şu an karşımda oturan Derya Hanım da pek çok aday gibi anlattıkça rahatlıyor; alnı ışıldıyor, siyah gözleri üzerlerine yağ dökülmüş zeytinler gibi parlıyor. Bense o anda iyice dert babasına döndüğümü düşünüyorum, sabır taşı olmasam da mülakat taşı olup dayanmaya çalışıyorum.
“Son iş yerimde, beş yıl emek vermeme rağmen haksızlığa uğradığımı düşünüyorum Ercüment Bey” diyor.
Ardından son üç ayda içine attıklarını dökmeye başlıyor. Sanki ilk defa karşısına bu sorunlarını dinleyebilecek birisi çıkmış gibi anlatıyor. “Siz de bilirsiniz, öyle değil mi,” gibi ifadelerle benim kendisini desteklemememi bekliyor. Ona istediği cevapları zamanında verip, mülakatı süresinde noktalıyorum. Benim sorularım bitiyor ve en sonunda ona:
“Derya Hanım sizin sorularınız, firma, pozisyon ve çalışma koşulları hakkında merak ettikleriniz var mı?” diyorum.
Çok olmasa da bir iki soru sorup cevabını alıyor Derya Hanım. En sonunda da bir anlık sessizlikten yararlanıp, “Bir şey söylemek istiyorum Ercüment Bey,” diyor. Merakla, “Buyurun,” diyorum. Meraklanıyorum çünkü yüzündeki ifade itirafa hazırlanan insanlarınki gibi endişeli.
“Ben” diyor, “Ercüment Bey, bu işe kabul edilmesem de bugün buraya gelmeyi, size kendimi anlatmayı bir kazanç sayıyorum. Uzun yıllar çalıştığım iş yerinden ayrılalı üç ay oldu, üç aydır beni dinleyecek birisini bulamamıştım. Evet arkadaşlarıma belki yaşadıklarımı anlatıyordum, ama hiçbirisi inanın sizin gibi dinleyip sorgulamıyordu beni. İş dünyasında olan, insanların yakından tanıyan birisinin sizi dinleyip haklılığınızı kabul ya da reddetmesi büyük bir mutluluk. Bunu şahsınızda söylemiyorum aslında, tüm mülakatçılar için geçerli bu durum. Umarım sizden sonraki mülakatlarımı da profesyonel İK’cılarla yaparım. O kadar rahatladım ki anlatamam. Ne güzel bir şeymiş şu mülakat dedikleri şey…”
Derya Hanım’ın az önce yüzünde var olan endişe bana şaşkınlık olarak geçiyor ve zoraki gülümseyerek adayımı yolcu ediyorum. Derya Hanım’ın ardından oturup söylediklerini düşünmek, değerlendirmek istiyorum, ama olmuyor. Programım çok yoğun, hemen ikinci adayım karşımda beliriyor. Ona hoş geldin derken, mülakatları Derya Hanım gibi gören adayların sayısının hiç de az olmadığını düşünüyorum.
İkinci adayım bir bey, ismi Fahri. PLC programlamayı bilen bir mühendis kendisi, ama uzun süren işsizliği biraz onun ayarlarını bozmuş gibi. Mülakata öyle tutuk ve heyecanlı başlıyor ki sormayın. “Evet, hayır, aynen öyle,” gibi kısa yanıtlar verirken sanki yüreği yerinden çıkacak. Ancak zaman geçiyor biraz rahatlıyor Fahri Bey. Ondan sonra da bir konuşmaya başlıyor ki sormayın.
“Ben hep işimi doğru yaptım Ercüment Bey” diye giriyor uzun sürecek nutkuna. Her aday gibi o da sorumluluk sahibi, çalışkan, işini iyi biliyor, analitik düşünüyor ve takım çalışmasına yatkın. Tabi kendine göre… Ama gelin görün ki terfi zamanı geldiğinde, “Biraz daha beklemelisin,” diyorlar Fahri Bey’e. O da sessizce boyun eğiyor buna. Ancak terfi etmek istediği makama, diğer birimden başka bir arkadaşı yerleşince ipler kopuyor. Fahri Bey başlıyor dert yanmaya. Belki gerçekten doğruyu söylüyor beyefendi, gerçekten hakkı yenmiş ama bugün konumuz o değil. O anlattıkça ben sorularla asıl meseleye çekmeye çalışıyorum onu. Elimden geldiğince başarıyorum da. Ancak diğer tecrübelerinde yine kişisel çatışmalar, yatmayan maaşlar, asgari ücretten gösterilen sigortalar gibi konular yoğun. E tabi böyle olunca iç dökme isteği de baskın. Fahri Bey de pek çok aday gibi konuştukça rahatlıyor. Bu yönüyle diğer tüm adaylarım gibi. Ancak yine de tavırları, üslubu, davranışları düşünüldüğünde diğerlerinden çok farklı Fahri Bey. Nevi şahsına münhasır bir kişilik de denebilir. Ben de, “Bu işi gerçekten de istemiyor!” gibi bir düşüncenin doğmasına sebep oluyor. Yaptığım yüzlerce mülakatta, çok farklı insanlar tanıdım, fakat ilk kez bir aday hakkında böyle bir düşünceye kapılıyorum. Peki bu kişi iş için gelmediyse neden geldi mülakata? Derdi, amacı ne? Nedense bunları düşünmek korkutuyor beni. Yo hayır normal bir insan kendisi. Ancak uzun süren işsizlik dönemi biraz kendine güvenini kaybettirmiş beyefendiye. Kolay değil, bir eşin, iki çocuğun var ve sen işsizsin. İnsan ister istemez ne işe yaradığını sorgular bu dünyada, böyle bir psikoloji içinde. O da bunun farkında. Hatta her şeyinin, dengesini bozulduğunun, ama bunun geçici bir durum olduğunun bile farkında. Hatta bu mülakat böyle şikayet ve dert yanma şeklinde geçerse, sonucun olumsuz olacağının bile farkında. Fakat yine de devam ediyor anlatmaya. İçindeki ferahlık her şeye galip geliyor, zevkle geriliyor dudakları, gülümsüyor.
Bense asıl merak ettiğim şeyi öğrenmek için onun iyice rahatlamasını bekliyorum. Acaba neden geldi mülakata?
Görüşmenin sonunda soru sormasını beklemiyorum ama yine de merak ettiği bir şeyler olup olmadığını soruyorum. “Hayır,” diyor gayet kendinden emin. O an minnetle bakıyor bana. “Peki,” diyorum kendisine mülakatın ciddiyeti içinde. O sırada ben asıl sorumu sormaya hazırlanırken, o buna meydan vermiyor:
“Ercüment Bey, ben aslında bugün buraya, beni illa ki işe alın demek için gelmedim. Artık alıştım işsizliğe, o kadar uzun sürdü ki bu seferki. Psikolojik destek almaya bile başladım. Bir iki seans gittim. Ama nafile. Bende hiçbir değişikliğe, rahatlamaya sebep olmadı. Fakat gördüm ki iş mülakatları çok farklı. Orada karşınızda sizi gerçekten anlayabilecek, sizin dünyanızdan insanlar var. Hissettim ki mülakatlardan içten içe bir zevk almaya başlıyorum. Her mülakatın sonunda, tıpkı şu anda olduğu gibi, öyle rahatlıyorum ki. Şimdi hemen hemen her ilana başvurup, mülakata davet edilmeyi bekliyorum. Davet edildiğim zaman da hemen neler söyleyeceğimi düşünmeye başlıyorum. Bunu düşünmek bile rahatlatıyor beni. Eğer karşımdaki gerçek bir İK’cıysa ona her şeyi anlatmak istiyorum.” diyor
“E peki Fahri Bey bu sizin için bir kısır döngü değil mi? Hayatınızın sonuna kadar mülakatlara mı gideceksiniz?”
“Doğrusu bilmiyorum. Elbet bir gün bir işe kabul edileceğim. Benim yaşadıklarımı yaşayan birkaç arkadaşım daha var. Onlar da girdiler sonunda bir işe. Ama inanın mülakat hastalığından kurtulamadılar. Kimisi rahatlamak, kimisi sırf “bak beni başka firmalardan görüşmeye çağırıyorlar” diyerek güdülerini tatmin etmek, kimisi değişiklik olsun diye gidiyor mülakata…”
Fahri Bey’in söyledikleri eski mülakatlarımı düşündürüyor bana. Evet gerçekten de üstü kapalı da olsa amaçsızlığı her halinden okunan adaylarım vardı. Ben o zaman mülakata iyi hazırlanamamışlar diye değerlendirsem de, gerçekten böyle garip niyetleri olabilirdi.
“Ercüment Bey! Ercüment Bey!”
Düşüncelere biraz fazla dalmışım ki Fahri Bey sesleniyor bana. Fakat eski adaylarımı düşünmeden edemiyorum. Ne ilginç şeyler yaşanıyordu şu mülakatlarda.
“Ercüment Bey! Ercüment Bey!”
Fahri Bey dayanamayıp kolumu dürtüklüyor şimdi, hiç istemeden kafamı kaldırıyorum özgeçmiş üstünden. Ancak o anda önümdekinin özgeçmiş, karşımdakinin Fahri Bey olmadığını fark ediyorum. İnsan Kaynakları uzmanı arkadaşım Selçuk: “Ercüment Bey uyuya kalmışsınız”, diyor. “Hadi kalkın adayımız geliyor.” Bir şey anlamadan etrafıma bakıyorum. Evet yine mülakat odasındayım. Ancak ne Derya Hanım, ne de Fahri Bey söz konusu. Böyle birileriyle mülakat yapmamışım bugün. Sabah yalnızca Gül isminde bir bayanla görüştüğümü, bana mülakatın sonunda, “Sizinle konuşunca rahatladım,” dediğini hatırlıyorum.
Selçuk:
“Gel lavaboya gidelim de yüzünü yıka” diyor. Birlikte çıkıyoruz mülakat odamızdan. Adayımız ile kritik bir pozisyon için görüşeceğiz, gayet zinde karşılamalıyız onu. Koridorda yürürken Selçuk: “Şuna bak!” diyor. Çok da merak etmeden elinde tuttuğu gazete ekine bakıyorum. O ise hemen açıklamaya girişiyor:
“İnsanlar garip bir oluşuma gitmişler. Hatta bu konuda bir blog bile kurmuşlar; birbirlerine mülakatçı tavsiye ediyorlar, ben şuna gittim çok rahatladım diyorlarmış. Üstelik bu seanslara, mülakatlara katılım onlar için hem ücretsiz oluyor, hem de kimse onları deli doktoruna gidiyorsun diye suçlamıyormuş…”
 
Kariyer Dergi Eylül 2008