Davranış Bilimleri Enstitüsü’nün kurucusu ve başkanı psikolog Emre Konuk, tiyatroya, insana ve dünyayı değiştirmeye olan isteğini psikolojiye yönlendiren, alanının başarılı isimlerinden biri.  

İnsan davranışlarına olan ilgisini önce tiyatroda arayan Konuk, bu alanda yaşadığı hayal kırıklığının ardından psikolojiye yönelmiş ve Amerika’da aile terapisi üzerine eğitim almış. Türkiye’ye döndüğünde “kendi cumhuriyetini” kurmak istediği için Davranış Bilimleri Enstitüsü’nü açan Konuk, “1985’te döndüğümde Türkiye’de terapi merkezi yoktu. Kadromuzu oluşturmak için eğitime ağırlık verdik. Hala kendi uzmanlarımızı yetiştiriyoruz” diyor. Emre Konuk şu sıralar işyerinde mutluluk, okullarda risk altındaki öğrencilerin taranması ve evlilik öncesi risklerin belirlenmesi üzerine çalışmalarını sürdürüyor. 

İşyerinde mutluluk nasıl sağlanır? İşverenlere katkısı nedir?
İşyerinde mutluluktan söz ettiğimiz zaman ister istemez işyerinde çalışanların mutluluğu ve çalışan bağlılığından söz etmek zorundayız. Öncelikle mutluluk kavramını anlamalıyız. Mutlulukla ilgili herkesin kendine göre bir tanımı vardır. Genel geçer bir tanım yapılamaz. Belki tanımlamaya çalışmakta hata var. Bilim adamlarının ne düşündüğüne bakalım. Çünkü mutluluk kavramı çok eski tarihlerden beri bilimin de konusu. Bilim adamının kafası şöyle çalışır: ben mutluluğu anlamaya çalışıyorsam en iyi yapabileceğim şey mutlu insanları bulmak ve onlara bakmaktır. Aynı şekilde mutsuz insanlara da bakmaktır. Eğer mutlu insanın ortak yanlarını görebilirsem o zaman mutluluğu daha yakından tanırım. Mutluyum diyen insanlara ne yaşıyorlar, neler yapıyorlar, kendilerini dünyayı evreni nasıl tanımlıyorlar, bunlara baktığımızda 3 şey görüyoruz. Birincisi mutluyum diyen insanlar o anı yaşarken bundan zevk ve keyif aldıklarını söylüyorlar. Bunlar daha çok bedeni ihtiyaçlarını veya çok dünyevi ihtiyaçlarını kastediyorlar. Bir grup insan da doyumla ilgili. Bir işi yaparken kendi içinde ondan doyum aldığını söylüyor. Mesela arkadaşlık ilişkisi, dağa tırmanmak, dans gibi aktiviteler de olabilir. Kendimizi çok fazla vererek yaptığımız her şey buna dahil. Mutlu insanların tarif ettiği üçüncü şeyse hayatın ve yaptıkları işin, yaşantılarının anlamlı olduğunu söylüyorlar. Tanrıya inanma, sosyal sorumluluk içinde yapılan bir şey olabilir. Burada önemli olan doyumu aşan bir şey, daha yukarıda, daha başka bir hedefi ve amacı gerçekleştirecek anlamlı bir davranış tarzı. Mutluyum diyen insanlarda hepsini veya birkaçını görüyoruz.

Bu perspektiften bakınca iş yerine mutlulukla ilgili neler söyleyebiliriz?
Yapılan işin keyif veriyor olması gerekir. Kendini o işe vermek, işini anlamlı bulmak olabilir. Bu açıdan bakınca iş yerinde mutluluk iyi bir şey. Sorulması gereken şu: çalışanın mutlu olması işvereni ne kadar ve niye ilgilendirir? Bir işyerinin çalışanlarının mutluluğu için yatırım yapmasında iki kriterden söz edebiliriz. Birincisi mutluluk iyi bir şeydir, çalışanların mutlu olması da iyi bir şeydir. Ama iş sahiplerinin sadece çalışanları mutlu olsun diye sözü edilir fonlar ayıracağını düşünemiyoruz. Sonuçta iş yeri para kazanılan bir yer. O zaman başka bir kriter olabilir mi? Çalışan bağlılığıyla iş hedefleri arasında direkt bir ilişki var. Karlılık, verim, “turn over” düşüklüğü, müşteri bağlılığı gibi bütün işyerinin son analizde başvurduğu kriterler bunlar.

Bağlı olan çalışanlarının aynı zamanda mutluluk düzeylerinin yüksek olduğunu görüyoruz. Çalışanın mutluluğu ve bağlılığı için yapılan yatırım geriye dönebilen bir yatırım. İşyerine bağlı olan çalışan oranı yüzde 30 civarındadır. Yüzde 70’i bağlı değildir. Değişik derecelerde bağlı değildir.

Gençliğinizde kafayı insan, tiyatro, dünyayı değiştirmeye taktığınızı söylemişsiniz. O dönemleri anlatabilir misiniz?
Ben çok erken yaşlarda insanla uğraşmaya başladım. Merak ediyordum, anlamaya çalışıyordum. Büyük ölçüde anlamak ve tanımak dışında bir de değişim gerektiğini düşünüyordum. Hala da düşünüyorum. Evin içi zaten okul gibiydi. Politika, sanat konuşulurdu, sanatçılar gelir giderdi. Yapmak istediğim şey tiyatroydu. Bazı şeylerin sahnede iletilebileceğini düşünoyrdum. Oyunculuktan ziyade yönetmenlikle ilgileniyordum ama oynuyordum da. CHP’nin gençlik tiyatrosunda, Aksaray’da Fırıldak İsmail’in tiyatrosu vardır. Hatta oranın şöyle bir hikayesi vardır. Nisan ayında tiyatro tureye çıkacak. Fırıldak İsmail benim paramı vermiyordu turneye gelemiyorum diye. Oyun da 1-2 hafta sonra bitecek, paramı vermeden gidecekler. Bir gün Çetin Altan’ın Dilekçe isimli oyununu oynuyorduk, Çetin Altan da locada seyrediyodu. Ben de iki sahne arasında paramı isteyeyim vermezse 2. yarıya çıkmayayım, bu işi de kapatayım diye düşündüm. İçeri girdiğimde Fırıldak İsmail’in Çetin Altan’la konuştuğunu gördüm. Ortaokula gidiyorum o dönem, sanat uğruna her akşam Göztepe’den Aksaray’a gidiyorum. Söylediklerim üzerine kasayı açtı parayı verdi, çıktım oyuna devam ettim. Çetin Altan da meğer oyunun telif ücretini almaya gelmiş. O günden sonra bir yazı yazdı, sanat alanında dönen fırıldaklar diye. Ama beni esas yıldıran şey, tiyatro dünyasındaki ilişkiler oldu. Yanlarında duramayacağım kadar problemli, hastalıklı ilişkiler gördüm. Böyle insanlarla hayatımı sürdürmek istemedim. Böylece tiyatro işinden vazgeçtim. O zaman psikolojiyle ilgileniyordum. Psikolojide karar kıldım.

Dünyayı değiştirme fikrinden ne zaman vazgeçtiniz?
Bu yıllar 67-68 yıllarıydı. O dönemlerde topluca hareket edersek dünyayı değiştirebiliriz diye düşünüyordum. Hiçbir zaman tam olarak inanmadım ama benim de katkım olabilir diye düşündüm. Orada da mesela hepimizin peşinden gittiği öğrenci lideri, üniversite işgalinde içeri girdi. Doğru rektörün masasına gitti ve oturdu, ayağını da rektörün masasına koydu. O resmi hiç unutamam. İlk iş olarak onu yapması bana çok garip geldi. Saygı duymuyorsan niye orada oturuyorsun, oturacaksan niye ayağını masaya koyuyorsun. Yaşantıya baktığınızda kız ve erkeklerin komün hayatında yaşadığı dönemlerdi. Eşitlik falan diyorduk ama ev işlerini kızlar yapıyordu. Bunun lafını edince de kimsenin hoşuna gitmiyordu, işin garibi kızlar da bu durumda bir şey demiyordu. Bundan da bir zaman sonra uzaklaştım. Sonra da psikolojiye giriştim, kendi işimi kurayım istedim.

Amerika’da hangi eğitimi aldınız?
1982’de Amerika’da Mental Research Institute ‘te eğitim aldım. Aile terapisi üzerine çalıştım. 1985’te döndüğümde Türkiye’de terapi merkezi yoktu. Kadromuzu oluşturmak için eğitime ağırlık verdik. Hala kendi uzmanlarımızı yetiştiriyoruz. Çocuk genç bölümü; travma; yetişkin ve aile bölümümüz var. Davranış Bilimleri Enstitüsü’nde 20’ye yakın terapist çalışıyor.

Davranış Bilimleri Enstitüsü’nde kurumlara yönelik hangi hizmetleriniz var?
İş dünyasına yönelik iki ana işimiz var diyebilirim. Bir tanesi ölçme ve değerlendirmeyle ilgili. Mesela işe alım süreçlerinde en başından işe yerleştirene kadar tam bir hizmet verebiliyoruz. Buralarda daha çok kişilik test ve envanterlerinden faydalanıyoruz. Davranışa odaklı görüşmeler, değerlendirmeler yapıyoruz. Başvuruda bulunan adaylara bu test ve envanterleri uygulayarak firmanın görüşme yapacağı kişileri belli bir rakama indiriyoruz. Yine aynı bağlamda kurumların çalışan bağlılığı, çalışan memnuniyeti, müşteri memnuniyeti, müşteri bağlılığı, yöneticilerin değerlendirilmesi, potansiyel yönetici adaylarının değerlendirilmesi gibi çalışmalarda bulunuyoruz. Ama bu çalışan memnuniyeti araştırmaları sadece öğrenmek için yapılmamalı. Arkadan bir şey gelmeyince travma oluşur. Bizim önemli işlerimizden bir tanesi bu çalışmaları yaptıktan sonra hedefleri koyup bir değişim başlatmak ve bir müdahale programı oluşturmak.

Türk Psikologlar Derneği, İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı olduğunuz dönemde depremle ilgili çalışmalar yaptınız. Bu nasıl bir süreçti?1992 ile 2002 arasında yönetim kurulundaydım. Oranın meslek örgütü olması için uğraştım. Deprem sırasında da başkandım. Deprem olduğunda dernek olarak bir karar aldık. Gıda, giyecek gibi yardımları herkes yapabiliyor zaten biz de psikolojik destek vermek istedik. Travmayla ilgili uzmanlaşmış 1-2 kişi var, oraya gitsek de ne yapacağımızı bilmiyoruz. Eğitim almamız ve beceri öğrenmemiz lazım. İnternetten araştırmalarımızı yaptık. Kendi bünyemize uydurduk. Günlük olarak bu eğitimleri verdik. O dönemde enstitüdeki bütün terapistlerimiz de destek oldu. Gönüllüler alana gitti. Sonra travma sonrası stres bozukluğu çıkıcaktı karşımıza. Onun eğitimini almamız lazımdı. Amerika’da uzman bir kurumla anlaştık, fonlarını sağladık ve bu eğitimi aldık. İlk yıl 150 kişi, şimdiye kadar da 300’ün üzerinde kişi eğitim aldı. Bu çalışma halen devam ediyor. Hatta Haziran’da travmayla iligli Avrupa Kongresi’nin İstanbul’da yapılması düşünülüyor.

Şu sıralar hangi projeler üzerine çalışıyorsunuz?
Az önce bahsettiğim Haziran’daki kongre için hazırlıklarımıza başladık. Bunun dışında birkaç projemiz var. Biri risk altındaki öğrencilerin taranması, belirlenmesi ve rehberlik bölümünün gerekli müdehaleyi yapmasıyla ilgili. Şu anda özel okullar talip oluyor. Devlet okullarıyla maalesef bunları konuşmak kolay değil. Tarama yapmak kolay ama sonrasındaki müdehale için rehberlik bölümleri doğru örgütlenmiş değil. Bu tarama üstün yetenekli çocukların da ortaya çıkmasına yarıyor.

Bir başka proje de benzer mantıkta. Evliliğin ilk zamanlarında ya da evlenmeden önce bu evliliğin nasıl gideceğini önceden görebilir miyiz? 5 sene sonrasını görmek mümkün mü? 
Kendi envanterimizi oluşturduk. Biraz daha alt ve üst kültürlerde geniş bir popülasyonla uygulayacağız. Sorunlar, işaretler varsa riskler nedir, bir şey yapmak gerekir mi, bunu söyleyecek bir rapor çıkarmak ve önlem alınması gerekiyorsa onla ilgili bir paket oluşturmayı ve bunun eğitimin terapistlere vermeyi hedefliyoruz.