Takı tasarımı çalışmalarına Ankara’dan İstanbul’a taşındıktan sonra başlayan Örge Tulga, hobisini işe dönüştürenlerden. Çeşitli atölyelerde kurslara katıldıktan sonra Kapalıçarşı’da atölye açan Tulga, çalışmalarına şimdi burada devam ediyor. Şimdiye kadar Çatalhöyük, Kalpler ile Halkalar ve Taşlar isimli koleksiyonları hazırlayan Örge Tulga, şu sıralar internet üzerinden katıldığı uluslararası bir takı dizaynı yarışmasının sonuçlarını bekliyor. Bir işte başarılı olmanın kurallarının takı tasarımı konusunda da geçerli olduğunu söyleyen Tulga, “Üstüne gitmek lazım, yaratıcılığı geliştirmek için yeni yerler görüp yeni fikirler edinmeniz, çevrenize bakmayı öğrenmeniz lazım” diyor.

Takı tasarımı çalışmalarına nasıl başladınız?

Ben Ankara doğumluyum ve Ankara’da iş hayatına atıldım. İş hayatına bilgi işlem sektöründe başladım. Sekiz sene kadar bu sektörde çalıştım. Daha sonra İstanbul’a taşındık, taşındıktan sonra benim her zaman ilgimi çeken takı tasarımıyla daha yakından ilgilenmeye başladım. Ankara’da bu tip çalışmaları yapabileceğim bir ortam yoktu. Taşındıktan birkaç sene sonra Zeynep Erol Atölyesi’nde bir takı tasarımı kursu olduğunu öğrendim ve ona başladım. Orada yeşil mum tekniğini öğrendim.

Nedir yeşil mum tekniği?

Sert mum tekniği yani takının kalıbını çıkarttırken kullandığınız bir teknik. Eğe kullanarak şekil veriyorsunuz. Bu da başlangıç oldu bana. Orada anladım ben gerçekten bu işi seviyorum. Ama hala hobi tabii ki.

Başka hangi teknikleri öğrendiniz?

Öbür sene Kapalıçarşı’da iki ustanın yanına gittim. Onlar da kurs veriyorlardı, ama orada metal tekniği öğrendim. Sonradan anladım ki bu teknikleri bilmemin çok faydası olmuş bana. Metali keserek, direkt olarak metali çalışarak yapıyorsunuz. Tabii Kapalıçarşı o işin merkezi. Yine 1 sene amatörce bu kurslara giderek onu da tamamladım. Ama yetmiyor insana. Hep yeni bir şeyler öğrenmek istiyor. Bunlar 7-8 sene önce oluyor tabii. Ondan sonraki sene Beyoğlu’nda Akademi İstanbul vardı, şimdi kapandı sanırım. Orada Mehmet Kabaş’ın ders verdiğini öğrendim. Mehmet Kabaş da bence bu işin duayeni Türkiye’de. Çünkü Urart’ın kurucusu ve Türkiye’deki ilk takı tasarım örnekleri onunla başladı. Onun yetiştirdiği kişiler şimdi bir yerlere geldiler. Onu duyunca çok etkilendim. Bu sefer oraya gittim. Orada da yumuşak mum tekniği öğrendim. Dişçilerin kullandıkları malzemeleri kullanarak mumu eriterek forma sokuluyor. O teknik pek kullanılan bir teknik değil ama bana çok uydu. Ben bu tekniği orada iki sene boyunca Mehmet Kabaş’la çalıştım. Oranın bana en büyük katkısı şuydu: koleksiyon hazırlama nosyonunu orada geliştirdim. Çünkü Mehmet Bey fikirlerin, çıkacak olan ürünün, tasarımın dağınık olmasından ziyade bir fikir etrafında toplanmasını bana öğretti. Bir tarz yakalamanın önemli bir şey olduğunu hissettirdi.

Çatalhöyük Koleksiyonu nasıl ortaya çıktı?

Sonraki sene 2000 yılıydı boş bir sene geçirdim. Ama sonra 2001 yılında Çatalhöyük Dostları Derneği’ne üye olan iki arkadaşım Ekim ayında gerçekleştirilmek üzere bir projeleri olduğunu, Çatalhöyük ile ilgili takılar tasarlarsam o organizasyonda kullanmak istediklerini söylediler. Çatalhöyük’le ilgili hiçbir şey bilmiyordum ama ‘tamam yaparım’ dedim. Bütün yaz araştırdım. Eylül ayında koleksiyonu çıkardım ama hiç ses seda çıkmıyor ve yapamadılar o koleksiyonu. Ben elimde bir Çatalhöyük koleksiyonuyla kaldım.

O koleksiyon daha sonra sergilendi değil mi?

Evet, sonra benim galeri sahibi bir arkadaşım bu koleksiyonla sergi açmam gerektiğini söyledi ve bana bir tarih verdi: Mayıs 2002, ben o zamanki çalışmalarımdan bir koleksiyon daha ekleyip iki koleksiyonla Arnavutköy’deki Galeri Artist’te ilk kişisel sergimi açtım. O sergi bana göre çok başarılı geçti. Çünkü satışlar çok iyiydi, insan ilk sergisini satış yapmak için açmıyor ama beğeninin de ölçüsü bu. O sergi üç hafta kadar sürdü, ben baktım ki büyük başarı kazandım.

Kapalıçarşı’da atöyle açmanız nasıl oldu?

O sıralarda Kapalıçarşı’ya gidip geliyorum, orada bir ustayla tanışmıştım. O bana atölyesini açmıştı ve ben 4 ay boyunca orada hazırlanmıştım. Sonra ustanın yanındaki dairenin boş olduğunu anladık. ‘Burayı tutsana hem ofisimiz olur’ dedi. Hiç aklımda olan bir şey değil ama sürekli bir takım kapılar açılıyor ve ben o kapılardan giriyorum. Dedim madem ben böyle bir başarı kazandım, bu işe devam edebilirim. Orayı kiraladım, profesyonel çalışmalarıma başladım. Orası hem atölye hem ofis. O önemli bir basamak oldu benim için. Bir yerimin olmasıyla daha profesyonel bir yaklaşım söz konusu oldu. O sıralarda birkaç tane karma sergiye katıldım, sonra dernekler yararına yapılan sergilere katıldım. Antalya’da Rotary Klübü’nün yaptığı bir asamblede bir satış vardı. İzmir’de öyle bir şey oldu. Kemer Country’de karma bir sergiye katıldım. O sene öyle hareketli geçti. 2003’te yine karma sergiler ve derneklerle ilgili çalışmalar oldu. 2003’te ayrıca tasarım sergisine katıldım, Türkiye’de ilk defa yapılan bir çalışmaydı. Çok keyifli geçti, bir şeyler yaptığımı orada da hissettim. Yine o yaz Alaçatı’da bir karma sergiye katıldım. AD Design Tasarım Fuarı’na katıldım. Bobin Tekstil’le Birarada diye bir sergi yaptık. 2004 yılında da tasarım fuarına hazırlandım ve bu son çalışma Birarada 2. Bu sergide hem takılar Misu adıyla markalaşan iki arkadaşımın hem kıyafet koleksiyonları hem, perde yastık gibi aksesuarlar var.

Bir de katıldığınız bir yarışma var…

Evet, geçen sene bir yarışmaya katıldım. Dünyada ilk defa internet üzerinden yapılan GoldSIGN isimli bir yarışma. www.goldsign.net sitesine herkes internet üzerinden kendi çalışmalarından 6 fotoğraf gönderdi. Bunlar oylamaya açıldı. Ben de gönderdim, biraz uzun sürdü yarışma ama Ağustos sonunda 265 kişiden 32 kişiyi seçtiler, ben de bu 32 kişi içindeydim. Bir de onun çalışması başladı. 32 kişiyi 8’e böldüler, her 4’er kişiye bir konu verdiler. Benim konum da Harmonies’di. En fazla 3 parça olacak şekilde takı tasarımı yapmamı istediler, çizim halinde gitti bunlar. Eylül sonunda gönderildi, hala bekliyoruz. Her grubun birincisini seçecekler ve o tasarımlar sponsor firmalar tarafından üretilecek. Uluslararası anlamda bir isim sahibi olmanın bir başlangıcı olabilir benim için.

Şanslınız da aynı zamanda…

Evet ama kullanıyorum, o yarışmaya katılmayabilirdim, Kapalıçarşı’da dükkan açmayabilirdim. Kapılar açıldıkça ben kullandım bu şanslarımı. Bu duruma gelmesi benim azmimle de oldu. Başladığım bir işi ciddiye almak benim karakterimde var.

Asıl eğitiminiz neydi?

Ortadoğu Teknik Üniversitesi İstatistik Bölümü mezunuyum, hiç alakası yok şimdi yaptığım işle. O kadar sene matematik okumuşum ama sanat daha ağır bastı.

Harmonies çok genel bir kavram. Bu koleksiyona nasıl hazırlandınız?

Her şeyin harmonisi olabilir. Ben bunu şekillerin harmonisi olarak aldım. Genelde tasarımlarımda sert çizgilerden kaçınıyorum gördüğüm kadarıyla kendimde. Bunlar hep biliçaltınızda olan şeyler. İnsanın birikimleri oluyor ve takıyı yaparken bu çıkıyor ortaya. Belki de ne olduğunu bilmiyorsunuz, nereden geldiğini bilmiyorsunuz ama hayatınızın bir döneminde bir şekilde etkilenmişsiniz. Bütün koleksiyonlar birbirinden farklı ama hepsinin ortak bir özelliği var: yumuşak çizgiler. Benim gördüğüm, hissettiğim bu. Harmonies’te de gayet akıcı şekiller ortaya çıkardım. Birbirinin içine girmiş, birbirine belki de hiç uymayan şekiller ama ikisi biraraya gelince bir uyum söz konusu oldu. Altında yatan mantık oydu. Bir yüzük, bir küpe ve kolye ucu olarak gönderdim. Üçü de birbirinden farklı, birlikte de bir takım oluşturabilirler, ayrı ayrı da kullanılabilirler diye düşündüm. Onda da öyle bir harmoni var. Bir de bir amaç olduğu zaman, bir isim konduğu zaman daha rahat çalışabiliyorsunuz. Bir tasarımcıyı tasarımcı yapan belli bir kalıp içinde bir şeyler çıkarabilmek.

Elinize malzemeleri alıp mı başlıyor musunuz, yoksa önce çizim yapıp ondan sonra mı üretime başlıyorsunuz?

Benim aslında çizimim hiç kuvvetli değil, sonradan öğrendim ama ben kafamdakini üretirken çıkarıyorum. Öyle bir yol izliyorum. Keşke öğrenseydim daha önceden ama üniversitede başka şeyler okudum.

Daha önce keşfedemediniz mi bu yönünüzü?


Aslında her zaman bir şeyler yapardım. Lisedeyken kocaman tahta boncukların üzerlerini boyayıp onlardan kolyeler yapıyordum. Bir de her zaman takı takmayı çok sevdim. Ama takıyı üretmek fikri İstanbul’a geldikten sonra oluştu. Ankara’da böyle bir hava hiç yok.

Bir püf noktası, bir inceliği var mı takı tasarımının?

Her işte olduğu gibi işi ciddiye almak, sabırlı olmak çok önemli. Bir işin başarı kuralları neyse bunda da geçerli. Üstüne gitmek lazım, yaratıcılığı geliştirmek için yeni yerler görüp yeni fikirler edinmeniz, çevrenize bakmayı öğrenmeniz lazım.

Türkiye’de insanların kariyer seçimleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ben bilgi işlemde kariyer yapmak yerine daha memnun olacağım bir şeyi seçtim. İnsanın hobisinin işi olması çok güzel bir şey. Ben bunu kariyer olarak edindim diye düşünüyorum artık hayatımda. Son iki senedir profesyonel olarak yapıyorum. Çok hızlı bir gelişim gibi görünüyor ama bir başlangıç benim için yine de.

Çalışmalarınızı yurtdışına da tanıtmak gibi bir planınız var mı?

GoldSIGN yarışmasıyla beraber oldu. Dünyanın her yerinden insanlar vardı o yarışmada. Bu kadar insan arasından 32’ye girerek sıyrıldım demek ki. Bu önemli bir başarı bence. Bir de şöyle bir şey oldu. Cenevre’de bir takı butiğinde satılıyor benim takılarım.

O nasıl gerçekleşti?

O da tamamen bir tesadüf ama ben galiba tesadüfleri yaratıyorum. Kızkardeşim Cenevre’de yaşıyor, oraya gittiğimde ‘burada çok güzel bir takı butiği var gösterelim senin çalışmalarını’ dedi. Ben de takılarımı aldım gittim oraya. Dünyanın her yerinden takılar satılıyor orada. Oradaki hanım da çok beğendi, şimdi orada satılıyor. Hatta benim atölyemden önce orada satılmaya başladı benim takılarım.

Sizden eğitim almak isteyenler var mı? Atölyenizde böyle bir çalışma yapıyor musunuz?

Çok insan soruyor ama ona ayıracak vaktim yok şu anda. Bir de yerimiz çok küçük. Onun için ayrı bir organizasyon lazım o da şu an benim için fazla. Bu yarışmanın sonucunu bekleyeceğim, eğer güzel bir sonuç çıkarsa ona göre bir kariyer yolu belirleyeceğim.

Ne tür teknikler kullanıyorsunuz?

Çalışmalarımda gümüş, altın ve doğal taşlar kullanıyorum. Doğal taşların ham halinde olanları seviyorum. Bunları Kapalıçarşı’dan buluyorum ya da yurtdışına gittiğimde oradan alıyorum. Genelde doğal görünümlü taşları tercih ediyorum. Mumdan çıkardığım kalıpları dökümcüye veriyorum. Ben onun ham olan gümüşünü ya da altınını gönderiyorum o döküyor. Ben onun ciladan önceki görünüme getiriyorum. Ciladan sonra bitmiş oluyor.