Karavanıyla gezdiği Türkiye’de gezgin ruhu ve samimi sohbetiyle programlarını hazırlayan Wilco van Herpen,  bu özelliklerinin çocukluğundan geldiğini anlatıyor. Hollanda’da başlayan macerasına Türkiye’de devam eden Wilco, her zaman bir çocuğun merakına sahip olmak istediğini söylüyor.


Röportajdan birkaç gün önce şöyle bir yakın çevreme “ Wilco’yla röportaja gideceğim” dediğimde herkesin ilk tepkisi oldukça çoşkulu oldu: “Aaa o biz onu çok beğeniyoruz, çok değişik yerlere gidiyor, teyzelerle ne kadar da güzel konuşuyor…”  Hatta aralarında röportaja gelmek isteyenler bile olmadı değil…

İşte bütün bunları dinleyerek buluştuğum Wilco van Herpen, tam da televizyondaki ifadesi ve netliğiyle aynı şekilde çıkıyor karşıma . Artık herkes kadar buralı olmuş, konusuna çok hakim ve gerçekten sıcak kanlı. Türkiye’de bir gezgin olarak birçok yeri bütün incelikleriyle bilen Wilco, daha sadece gelip gitmeye başladığı dönemden itibaren buralarda iyi şeyler olacağını hissettiğini söylüyor. Bu hislerle 1999 yılında tamamen yerleştiği Türkiye’de çok zor zamanlar geçirse de yine de hiç fikrini değiştirmeyen Wilco van Herpen, 2005 yılından bu yana İZ TV’de Wilco’nun Karavanı programını yapıyor. Yeni sezonda bu programının yerine yine aynı kanalda Wilco’yla Yaşasın Yemek ve İki Göz Bir Şehir programlarını hazırlayan Wilco, hem gezmeye devam ediyor hem de sürpriz yeni projeleriyle seyircinin karşısına çıkmaya hazırlanıyor.

Karavanıyla Anadolu’yu baştan sona gezen, burada evlenen ve 4.5 yaşında bir kızı olan Wilco Van Herpen’le Türkiye’ye yerleşme macerasını, aşçılığını, gezginliğini ve elbette burayla kurduğu bağı konuştuk.
Gezgin ruhunuzla başlayalım… Hollanda’dan Türkiye’ye gelişiniz ve burayı adım adım gezmenize kadar, böyle bir hayatın hayalini hep kurar mıydınız?
Benim kariyerimle ilgili soruları cevaplayabilmem için bence bebekliğime gitmek gerekir. Çünkü her zaman bütün basamakların benim için önemli olduğunu düşünürüm. Daha çocukken sabah 4’te kalkıp balık tutmaya giden, orada küçük bir kayık kiralayan, saatler boyunca orada otururken sıkılan hatta oltaları birbirine dolayan bir çocuk düşünün. Ya da anne ve babasıyla doğa yürüyüşleri yapan yani doğayla çocukken tanışan, küçük karavanlarla tatil yapan, 14 – 15 yaşındayken kendi şarabını yapan bir gençlik… Kasap, manav, bahçıvan, garson, aşçı ve çevreci olarak çalışmak. Ve bunların hepsi günün birinde Wilco’nun Karavanı’nı oluşturdu.
Bu çocukluğun size en büyük kazanımları neler oldu?
Nereye gitsem, rahatım. Hem rahatlığı hem de kuralları iyi biliyorum. Bir çiftçi yanında da bir teyze yanında da bir başkan yanında da aynıyım. Bir defa çok heyecanlandım, o da geçen yıl Abdullah Gül’le Hollanda’ya giden heyetin arasındaydım ve orada Azra Akın’la birlikte bir gecede sunuculuk yaptık. Ama şimdi geriye dönüp baktığımda bu da “cepte” diyorum. Herhalde artık uzaydan biri gelirse o zaman panikleyebilirim.
Türkiye kararını nasıl verdiniz, bir anda mı oldu?
Hollanda’da aşçılık okuluna gittim. Ama ben kapalı mekan sevmiyorum, sürekli gezmek istiyorum. Sürekli yanımda kamera gören arkadaşlarım bana fotoğraf eğitimi almamı önerdi. Çok doğru bir öneri, ancak tabi bir anda yıllar boyunca çalıştığın bir işi bırakmak zor. Önce uzaktan eğitimlere katıldım sonra bir fotoğraf dükkanında çalıştım. Buraya satışçı olarak başladım ama stüdyo fotoğrafçısı oldum. Düğün fotoğrafçılığı yaptım. İki yıl sonra Afrika’ya gitmek istedim ve 1992 – 93’te Cape Town’da kaldım. Bir yıl sonra Hollanda’ya döndüğümde fotoğrafçı olarak çalışmaya başladım. İşte bu dönemde etrafımda birkaç tane Türk arkadaşım oldu. Onlar beni birkaç defa Türkiye’ye getirdiler. Bana çok enterasan geldi, çünkü Türkiye’yi turist olarak biliyordum ama diğer bölümünü bilmiyordum. Gazi Mahallesi’ni, 1 Mayıs olaylarını takip ettim. 1997 yılında İstiklal Caddesi’nde fotoğraf sergisi açtım ve o zaman karar verdim. Sanki 1960 Paris’iydi ve burada yaşamak istediğimi anladım. 1999 yılında da çantamı topladım ve geldim. 1999 depreminde Hollanda için çalıştım ve haber yaptım.
Wilco’nun Karavanı Programı’na kadar başka programlarınız da oldu. 1999’dan İZ TV sürecine kadar hayat zor geçti mi burada?
Hollanda medyası için haber yapıyordum ama elbette sürekli bir iş değildi. Örneğin, Türkçe kursuna gittim üç ay ama ikinci kura gitmem gerekiyor. Fakat bu sırada, bir bilgisayar ve tarayıcı da almak istiyorum fotoğraf için, tabi ki onları aldım. Böylece kursa para kalmadı. 2001 yılında Şafak Bakkalbaşıoğu ile birlikte TRT2 için Kaçış Planı programını yaptık. İlk başta çok az Türkçe konuşuyordum. Ardından TV8’de İstanbul hakkında haberler yaptığım Wilco’nun Gözü programını yaptık. Buradaki Avrasya Maratonu haberiyle ödül aldık ama ondan hemen önce kanal programı bitirmişti. Sonra bir süre yine ufak tefek işler yaptım. Ama param yine “Yaşamak için yeterli değil ölmek için yeterli değil” durumundaydı hep.
Wilco’nun Karavanı nasıl ortaya çıktı?
2005’te İZ TV’nin teklifi geldi. Ben Coşkun Aral’ın ekibiyle önceden de çalışmıştım. O dönem eşim yok, çocuğum yok, kısacası rahat bir dönemim ve hemen başladım. İZ TV’ye başladığımda programcılığı çok bilmiyordum aslında, ama elbette Coşkun Aral büyük bir hoca ve örnek oldu. Elbette artık o kadar spontan karar veremiyorum, çünkü kızım 4.5 yaşında. Şimdi bir aile olarak karar vermek çok daha zor geliyor. Tabi kendimi kaybetmek de istemiyorum. O yüzden de ben hayatımı kariyer olarak göremiyorum, yaşantımdan meyveler topluyorum, bazen ısırıyorum onu seviyorum, o bitiyor, acı sebzeleri kenarda bırakıyorum.
Aileniz buraya yerleşmeniz konusunda ne düşündü?
Annem bir dönem özellikle “dön” diye çok ısrar etti, özellikle 2005 yılında babamı kaybettiğimde. Tam o sıkıntı döneminde İZ TV’nin teklifi geldi. Daha sonra Hollanda’da prestijli bir TV programı olan Pauw & Witteman’dan çağırıldım. Tabi o zaman annem çok gururlandı ve kabul etti ki burada bir şeyler oluyor. Ben işimi hiçbir zaman kariyer olarak görmedim, hep içten bir ses vardı ve o sesi takip ettim. Hiç rasyonel bağ kuramıyorum. Zor bir zamanı yaşamak ve geçmek benim için daha değerli oluyor. O yüzden de günler boyunca sadece akşam yemeği yediğim zamanlar oldu. Kuru fasulye, mercimek çorbası ve yanında bol bol ekmek…

Sizin için memleket, yerleşme gibi kavramlar ne ifade ediyor?
Hollanda elbette çok güzel bir tarihi olan, inanılmaz sanatçıları olan bir ülke. O çok büyük bir zenginlik. Özellikle ilk dönemde o rengi çok özledim. Çünkü İstanbul’da 1999 yılında çok da fazla konserler ya da alternatif bale gösterileri gibi etkinlikler yoktu. Amsterdam’da gençler gece bale gösterisine gitmek isterse, bisikletine binip şehir merkezinde küçük bir mekanda bir bale gösterisi izleyebilir. Burada da başka zenginlikler var, özellikle gezerken insanların hayat stiliyle karşılaşıyorsunuz ve o kadar inanılmaz ki. Maalesef televizyonda çok öldürücü ve bu tarihi aktarmıyor. Mesela Türkiye’de güzel bir gecede arkadaşlarınızla otururken, mutlaka birisi eline sazını alıyor. Herkes bir anda şarkı söylemeye başlıyor. Burada türküler muhteşem. Çünkü burada o kadar farklı kültürler bir arada yaşamış ki…
Programda gideceğiniz yerler nasıl belirleniyor?
Genel olarak ofiste toplantıda karar veriliyor ama bazen de diyorum ki, şuraları çekmek istiyorum. Örneğin, Wilco’nun Karavanı için Yalova’ya gitmek istediğimi söyledim. Patron “oradan bir program çıkmaz” dedi. Onlara dedim ki, “iki programla döneceğim” Sana inanmaları ve güvenmeleri çok güzel. Biz gittik üç bölümle döndük. Açık hava da makarna yaptığım bir bölüm vardır, çok da güzel olmuştu.
Bu bilgiye nasıl ulaşıyorsunuz, daha önceden gittiğiniz yerler mi?
Benim için önemli olan şey meraklı olmak, çocuğun merakına sahip olmak, onun gözlerinden bakmak. Çünkü çocuklar doğru soruları soruyor, çünkü kalpten geliyor onların soruları. Ben böyle sorular sormak istiyorum. Diyelim ki yarın yola çıkıyoruz, önce konukları görüyoruz, tanışıyoruz ve sohbet başlıyor. Ben o sırada biraz geri gidiyorum. Kameraman ve asistanın oradaki insanlarla sohbet etmesini izliyorum. Bazı şeyler duyuyorum, o benim için yeterli oluyor. Ama önceden cevabını aldığım soruları kayıttayken sorsam o cevap sonra aynı şekilde röportajda gelmeyecek. Özellikle teyzeler için zor bir durum bu, aynı şeyi iki kere söylemezler. Ben o hazır cevapları istemiyorum.
Türkiye’de mutlaka görülmesi gereken birkaç yer desek…
Nemrut İshak Paşa, İstanbul için bir tatil yetmez, Sümela Manastırı… Şimdi burada beş yer söylersem, o zaman bin yere hak vermemiş olurum. Çünkü o kadar muhteşem yerler var ki;  Hasankeyf, Harran… Daha birkaç ay önce beni Harran’da bir taş ocağına götürdüler, muhteşemdi. Türkiye’nin tarihini bilmek gerekiyor, çünkü burada bir Hıristiyan için başka, bir Müslüman için çok önemli başka yerler var. Türkiye’nin en büyük sıkıntısı, herkes için o kadar spesifik ve muhteşem şeyler varken buraların yeterince korunamaması.