Serdar Özkan Türk Edebiyat tarihinde bir ilki gerçekleştirerek, ilk romanıyla dünya çapında bestseller olmayı başarmış bir yazar. 31 dile çevrilen ve 40 farklı ülkede yayınlanan romanı Kayıp Gül, bir insanın, başkaları tarafından takdir edilmek ve kabul edilmek adına kendinden kopuşunu ve sonrasında tekrar kendini ve aslında ne istediğini buluşunu anlatıyor.

Orta ve lise öğrenimini Robert Kolej’de tamamlayan Serdar Özkan Amerika’da Lehigh Üniversitesi’nde İşletme ve Psikoloji okudu. Daha sonra Türkiye’ye dönen Özkan kısa bir süreliğine bir firmanın Halkla İlişkiler departmanında çalıştı ama onun en büyük hedefi kendi içindeki düşünceleri paylaşmaktı. Bu düşüncelerden yola çıkarak 2002 yılında Kayıp Gül’ü yazmaya başladı ve kitap 2003 yılında Türkiye’de yayınlandı. Ama bir ilk roman olmanın sancılarını çeken Kayıp Gül sadece 2. baskıya ulaştı. Daha sonra Amerika’daki önemli ajanslardan birinin dikkatini çeken roman, hak ettiği başarıya kavuştu ve 31 dile çevrilerek dünyada 40’ı aşkın ülkede yayınlandı, pek çok ülkede ise bestseller oldu. Türkiye’de Ekim ayında tekrar baskıya giren Kayıp Gül ilk ayında 85 bin satış rakamına ulaştı ve son haftalarda da listelerin bir numarası olma özelliğini koruyor. Türk edebiyat tarihinin en çok dile çevrilen 3 romanından biri olan Kayıp Gül dünyanın kendi dallarında en çok beğenilen kitapları olan Simyacı, Küçük Prens ve Martı ile birlikte anılıyor. Serdar Özkan’la Kayıp Gül, yazarlık ve başarı üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. 

İşletme ve Psikoloji eğitimi almanıza rağmen kendi alanlarınızı bırakıp yazar oldunuz. Yazarlık hayatınız nasıl başladı?

Küçüklüğümden beri kendimi, insanları ve hayatı anlamaya dair bir bakış açım vardı. Hepimiz kendimize bunları anlamak adına sorular sorarız ama belki bu soruların cevaplarına ulaşamayacağımızı düşündüğümüz zaman sormayı bırakabiliriz. Bende ise bu durum devam etti. Eğitimim, kendi birikimlerim ve hayata olan öyküsel bakış açım birleşince, içimdeki düşünceleri paylaşabileceğim bir roman yazmaya karar verdim. O da Kayıp Gül’dü. Bir çok yazarın kitaplarını okurken içimdeki düşünceleri, beni meşgul eden kavramları bir hikayeyle ben de ortaya koyabileceğime inanmıştım. Bir sabah kalktım ve tamam artık bu hikayeyi yazmalıyım dedim. Aslında beni yazar yapan Kayıp Gül’ün öyküsüdür. Çünkü onun anlamlı ve güzel olduğuna inandım ve bir güzellik gördüğümüz zaman eğer onu paylaşamıyorsak, o bize acı verir ve paylaşmak isteriz. Dolayısıyla böyle bir içgüdüyle onu paylaşmam gerektiğine inandım.

Kayıp Gül’ün konusu nasıl ortaya çıktı?
Kayıp Gül’ü yazmadan önce kafamı sürekli bir düşünce meşgul ediyordu. Bizim kendimizi başkalarına beğendirme arzumuz, övgülere ve takdirlere, başkalarının bizi kabullenmesine olan ihtiyacımız bizi bizden çalıyor. Çünkü başkaları bizi bizim değer yargılarımızla değil, kendi değer yargılarıyla değerlendiriyorlar. Bizim de onlar tarafından kabul edilmek ve takdir edilmek gibi bir arzumuz varsa ve bu duygu çok yoğunsa ister istemez kendimizi başkalarının düşünceleri, inançları ve beklentileri çerçevesinde şekillendirmeye başlıyoruz. Bu tabii ki zamanla düşüncelerimizden, inançlarımızdan ve düşlerimizden vazgeçmemiz ve onları terk etmemiz anlamına gelebiliyor. Bu sonuçta sadece benim öyküm değil. Dünyaya gelen her insanın hangi kültürde olursa olsun, hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın hayatının bir döneminde yaşadığı bir şeydir. Her insanın parmak izi farklıdır. Her insanın içinde kendine has bir parmak izi ve herkesin kendine has bir kokusu olduğuna inanıyorum. “Bizim başkaları tarafından beğenilme isteğimiz ne kadar kendimize has kokumuzu kaybetmemize sebep oluyor?” Her insanın bu soruyu kendisine sorması gerekiyor. İşte bu düşünceler Kayıp Gül’ü yazmama neden oldu.

Daha önceden başka yazı denemeleriniz oldu mu? İlk roman yazmaya Kayıp Gül’le başladım. Küçükken kelimelere olan bir yatkınlığım vardı. 7 yaşından beri şiirler yazıyordum. Ama bu 12-13 yaşıma kadar devam etti. Kayıp Gül’ün öncesinde kendimce denemeler yazıyordum, o da uzun sürmedi. Çünkü denemeler daha çok akla hitap eder ve ben istiyordum ki yazdıklarım kalbe hitap etsin.

Kayıp Gül’le tam olarak neyi hedeflediniz?
Küçük Prens benim çok sevdiğim kitaplardan biri. Küçük Prens’i okuduğunuz zaman yüzünüzde bir gülümseme belirir. Ben de istedim ki benim de yazacağım bir şey yüzlerde gülümseme belirtsin. Eğer Kayıp Gül’ü okuduklarında okuyucuların yüzünde gülümseme oluştuysa ben amacıma ulaşmışım demektir ama eğer insanlar “Bu kitabın içinde güzel şeyler var ve bu dersleri çıkardık” diyorlarsa ben sınıfta kalmışım demektir. Akıl veren değil, tat veren bir kitap yazmak istedim. Okurlardan aldığımız geri dönüşler de bunun gerçekleştiğini gösteriyor.

Kitabınızın ana karakteri Diana hukuk okuyor ama aslında onun istediği yazar olmak. Siz de işletme okudunuz ama yazar oldunuz. Biraz da kendinizi mi anlattınız romanınızda?
İlk romanlarda genelde otobiyografik öğeler her yazar için vardır. Ama bence en güzel kitaplar okurun okurken yazarı unuttuğu romanlardır. Hikaye eğer gerçekse yazarından bağımsızdır. Yazar hikaye üzerinde emek harcadıkça o hikaye yazardan bağımsızlaşır. Kayıp Gül de böyle bir süreçten geçti. Belki ana karakter Diana ile benzediğimiz bazı noktalar olabilir, okur bunlardan yola çıkarak bütün kitabı o şekilde okuyabilir ama farklı olduğumuz, ayrışan çok nokta var.

Kayıp Gül’ün ilk çıkış hikayesi 2003 yılına dayanıyor. Sonrasında Kayıp Gül nasıl dünya çapında bir bestseller haline geldi?Kayıp Gül’ü 2002 yılında yazmaya başladım.  2003 yılında basıldı. Türkiye’de tanınmamış bir yazarın bir ilk romanı basıldığı zaman 2000 adet basılır. O nedenle kitapçılarda ancak kitaptan 2-3 tane görebilirsiniz, ortalarda olmaz ve herhangi bir şekilde reklam tanıtım bütçesi ayrılmaz. Dolayısıyla bu aşağı yukarı her yeni kitabın başından geçen bir süreç. Okurlar Kayıp Gül’ü, ilk basıldığında da çok sevdiler ve kulaktan kulağa yayılarak ikinci baskıyı yaptı. Ama işte teknik detaylarla geniş kitlelere yayılmadı. Daha sonra Amerika’daki iyi ajanslara kitabı sunduk ve kitap bir ajansın dikkatini çekti. Hikayenin uluslararası potansiyelini gördüler ve temsil etmeye karar verdiler. Bu cidden bizim için zor bir süreçti. İyi bir ajansın dikkatini çekmek çok zor. Sonra yurtdışında diğer ülkelere satışlar başladı. 31 farklı dile çevrildi ve 40’ı aşkın ülkede yayınlandı. Tüm bu süreç 3-4 senelik bir zaman diliminde gerçekleşti.

İş dünyasında da pek çok insan gerek şartlar, gerek kurallar nedeniyle istediklerini yapamıyor bir nevi kendisi olamıyor. Başka alanlarda eğitim görüp bambaşka alanlarda çalışmak zorunda kalabiliyorlar. Sizce bu kişiler istekleri yolunda neler yapmalı?Ben de her insan gibi bir dönem yapmak istemediğim şeyler yaptım. Örneğin hep felsefe, psikoloji, edebiyat gibi alanlara ilgim vardı. Babam mühendisti ve benim de mühendislik okumamı istiyordu. Ben psikoloji ya da felsefe okumak istiyordum ve güçbela tercihimi işletmeye çekebildim ve sonrasında kendi isteklerimle de psikolojiyi ekledim. Aynı şekilde okuldan çıkar çıkmaz hemen roman yazarı olabilirdim ama belli bir süre yine çevrenin beklentileri doğrultusunda herkesin yaşadığı gibi başka bir işte çalıştım. Bir firmanın halkla ilişkiler departmanında kısa bir süre görev aldım.
Her anlamda başarıyı yakalamanın tek bir sırrı var ve bu bütün iş dünyasında geçerli. O da hiçbir zaman vazgeçmemek. Tek kelime; vazgeçmemek. Her insan istediklerini istediği anda gerçekleştiremez. Ama bir şeyi gerçekten çok istiyorsanız ve ondan hiçbir zaman vazgeçmiyorsanız 1 sene, 5 sene, 20 sene sonra da olsa ben onun gerçekleşeceğine inanıyorum. İkinci bir nokta ise hayatta her zaman başka bir şansın olduğunu unutmamak.

Kayıp Gül de sizin vazgeçmediğinizin kanıtı o zaman…
Eğer benim için içimdeki anlamlı şeyleri paylaşmak çok önemli olmasaydı bugüne kadar, yani Kayıp Gül’ün çıktığı bu 7 sene içerisinde karşıma çıkan yüzlerce engelin belki de 10. ya da 20.sinde pes etmiştim. Ama bunun benim için çok anlamlı olması bu noktaya gelmemi sağladı. Tabii ki hayatta pek çok engel var ama onları aşmanın yolları da var. Ve işte bunu da en başta çok çok istemek ve vazgeçmemekle yapabilirsiniz. Bu bir yandan evrenin de bir sırrıdır. Siz bir şeyi gerçekten çok isterseniz o size bir şekilde gelir ve bu bir hediyedir, ama gerekenleri yapmanız da lazım.

Kitabınızda sizin için 2002 yılından beri full time yazarlık yapıyor yazıyor. Nasıl oluyor bu full-time yazarlık? Bir gününüz nasıl geçiyor?
Kayıp Gül çıktığından beri aslında durum biraz farklılaştı. Yurt dışındaki ajanslar ve yayınevleriyle sürekli iletişim halindeyim. Başka ülkelere basın lansmanları için gidiyorum. Röportajlar oluyor. Kitabın İngilizce tercümesinde bizzat tercümanlarla birlikte çalışıyorum. O nedenle günlük ritüellerim değişiklik gösteriyor. Ancak ilk taslakları yazarken sabah çok erken, yani 6 gibi yazmaya başlıyorum. En verimli yazı yazdığım dönem bu erken saatler oluyor. Sabah ilk uyandığım zaman, dünyadan henüz hiçbir bilgi içime girmeden bilinçaltıma en yakın olduğum noktada yazmaya başlıyorum. Yazma sürecim hava kararana kadar sürüyor. İki saatte bir ara veriyorum. Bol kahve içiyorum. Denizi çok sevdiğim için verdiğim aralarda bazen sahilde yürüyorum.

İkinci kitabınız ne üzerine olacak?
İkinci kitabımın adı “Hayatın Işıkları Yanınca” ve o da tamamiyle aynı tarz. Bir yunusla bir küçük çocuğun sıradışı arkadaşlığını ve karşılıksız sevgiyi öğrenme yolunda yolculuklarını ve serüvenlerini anlatıyor. Karşılıksız sevgiyi öğrenme üzerine bir dostlukları var.

İlk kitabınız dünya çapında bir bestseller. Bu durum, sonrasında yazdıklarınız açısından sizi korkutmuyor mu? Sonuçta insanların beklentilerini daha ilk kitabınızda oldukça yükselttiniz.
Korkmuyorum çünkü başarı bu noktaya gelmeden önce 2. kitabımı tamamlamıştım. Hem de tam içime sinen bir şekilde. Ayrıca benim için en önemli şey, içimde anlamlı olan şeyleri ortaya çıkarabilmek. Ortaya çıkarabildiysem benim için o bitmiştir. Tabii ki bu, kitabı sadece kendim için yazmam demek değil. Kendim için yazsam yayınlanmazdı. Ama kitabı yazdığım zaman, içime sinen hikayenin ortaya çıktığına inandığım zaman beni etkilediği gibi okur kitlesinin de etkileneceğine inanıyorum. Kayıp Gül’de bunu tecrübe ettim. Kayıp Gül’ü seven bir insanın ikinci kitabı da çok seveceğine inanıyorum. Kayıp Gül çok geniş bir coğrafyaya yayılmış durumda. Oralara gittiğimde, okurlarımla bir araya geldiğimde ya da onların attıkları e-postalarda romana nasıl yaklaştıklarını görüyorum. Anlattığım öykünün okurda nasıl bir etki bıraktığını biliyorum ve ikinci romanımın da okurun kalbine hitap edecek bir öyküsü olduğunu biliyorum, o açıdan korku yaratmıyor.