Coşkun Aral, kaçırılan bir uçağın içinde çektiği fotoğrafla tanındı. Yaşam biçimi haline getirdiği mesleğini yeri geldiğinde bir kenara bırakıp insanların hayatını kurtardı. İz TV ile Türkiye’yi belgesel kanalına kavuşturdu. “Bilgiyi belgeye dönüştürüp, belgeyi de kalıcılaştırmak için yola çıktım” diyen Aral, belgeselci olmak isteyenlere “Korkmayın, cesaret edin ve harekete geçin” mesajını veriyor.

Uluslararası savaş fotoğrafçısı, gezgin, belgesel yapımcısı Coşkun Aral, son dönemde çalışmalarına ağırlık verdiği Türkiye’nin ilk belgesel kanalı İz TV’yi 30 kişilik bir ekiple yürütüyor. Bir dönem özel bir TV kanalında yayınlanan Haberci programı da yurtdışı ortaklıklarıyla devam ediyor. Kurumsal sosyal sorumluluk projeleri içinde yer alan Aral, Türkiye’nin dört bir yanında çalışmalar yapıyor. Öğretim görevlisi olarak Maltepe Üniversitesi Görsel İletişim ve Tasarım Bölümü’nde televizyon gazeteciliği dersleri veriyor. Ayrıca, her ay farklı bir lisede öğrencilerle buluşuyor.
“Kamera önünde konuşan değil; arkasında koşuşturan, üzerinde çalıştığı konunun hikayesini anlatabilecek, görüntünün ve içeriğin zenginleşmesini sağlayacak kişiler arıyoruz. Eğitimi çok farklı bir alanda da olsa belgesele meraklı, belgeselciliği öğrenirken birikimlerini de aktaranlar belgeselcilikte başarılı oluyor” diyen Aral’la 17 yaşında hayalini kurduğu ve yıllar içinde tutkuya dönüşen belgeselciliği konuştuk.

Türkiye’de belgeselciliğe bakışı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Belgeseller ciddi bütçeler gerektiriyor. Maalesef devletin ne özendiriciliği ne de maddi desteği var, ne de özel kurum ve kuruluşlar bu işe el atmıyor. Televizyonda halk bunu istiyor diye hiçbir öğretici niteliği olmayan, sadece hoş ama boş programlar sunuluyor. Bu programlar zaman zaman belgesel olarak adlandırıldı. Magazin ağırlıklı konularla, medyatik isimler yayın yaptı. Neredeyse akvaryuma dayanmış bir kameranın çektikleri bile belgesel diye yutturuldu. Çok fazla reklam getirisi de olmadığı için yok denecek kadar azalmaya başladı.

TV, belgeselciliği olumsuz yönde mi etkiliyor?
Diziler ve filmler Ankara’dan sonrasını bir vahşet dünyası gibi gösteriyor. Bize hoş ama boş saatler geçiren sektör farkına varmadan frankenstein’lar yarattı. Vahşet haberi izlemediğimiz gün geçmiyor. Dünyada da bu tür diziler izleniyor ama her ülke kendi kotasını belirliyor, belirli saatlerde ve belirli sürelerle yayın yapıyor. Ayrıca bu yapımlar aile yapısını korumaya yönelik olarak çok sıkı denetimlerden geçiyor. Artık televizyonlar eğitici misyonunu bırakın farklı dünyaların birer metası haline geliyor.

İz TV nasıl bir misyon yükleniyor?
Korkunç, ürkütücü, reklam getirisi olmayan, kazanç sağlamayan, güldürü malzemesi olmayan; insan ve yaşam kalitesini arttırmaya yönelik çok değerli yapıtların olduğunu ve bunların sürekli izlenebileceği bir kanal yaratmaya çalıştık. Türkiye’de belgeseller yayınlanacak kanal bulamıyordu. İz TV ile bu durum aşıldı.
Devlet bu konuda yeterli desteği sağlıyor mu?
Devlet teşvik veriyor ama ağır prosedürlerle zorluyor. Her dönemde olduğu gibi şimdi de kamu kurum ve kuruluşları kendi bakış açısını benimsemiş, yandaş belgesel girişimlerini destekliyor. Belirleyici olan aile, yakınlık, cemaat, kulüp ortaklığı, particilik…

Bu anlamda toplumuma ne gibi görevler düşüyor?
Televizyona gelecek izleyici eleştirileri, sivil toplum örgütlerinin çabalarıyla bir yerlere gelebiliriz. Futbola verilen değerin yüzde 10’u bile verilse bu ülkede çok yol alınır. Medyada kavga eden, bağırıp çağıran, garip üsluplarla konuşan, tuhaf kahkahalar atanlar iş yapıyor. Gayriciddilik maddi manevi ödüllendirildiği sürece kurtulamayız.

Birçok aile şirketi kendi hikayelerini anlatan belgesel niteliğinde çalışmalar yapıyor. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?Çok büyük aile şirketlerinde aile öykülerine ayırdıkları bütçeyi ürünlerinin hikayesiyle birleştirseler hem ürünü hem de kendi şirketlerini ön plana çıkartmış olurlar. Belgesel yerine “Rahmetli babamın” diye başlayıp aile albümünden fotoğraflar koydukları kendi kendilerini tatmin ettikleri, narsist çalışmalar var.
Kamu kuruluşlarının da bu tür çalışmaları var…
Belediyelerin, il özel idarelerinin bütçesi de buna gidiyor. O ilçenin ya da beldenin tarihi geçmişi, coğrafyanın öyküsü, doğal bitki örtüsü, kültürüne yer vermek yerine başkanlık koltuğunda oturanların fotoğraflarıyla süslü “sözde” tanıtım amaçlı albümler hazırlanıyor.

Belgeselciliğe meraklı gençlere ne gibi tavsiyeler vermek istersiniz?    
Evrensel bir dil, bilgi ve birikimi hayata geçirebilecek kişiler arıyoruz. Öncelikle kendilerini görmek istedikleri alanlarda evrenselliği ölçü almalı, araştırma yapmalılar. Artık sınırlar kalkıyor. Bu alanda kendilerini geliştirirlerse evrensel boyutta çok iyi yerlere gelebilirler. Tüm dünyada yükselen bir trend var ve pazar gelişiyor.

Belgesele meraklı herkes belgeselci olabilir mi?
Örneğin Romanlarla ilgili bir belgesel çekimi için bize başvuran antropoloji okuması önemli değil. Eğer bu toplumla ilgili araştırma yapmış, belirli bir süre onlarla vakit geçirmiş, düğünlerine, cenazelerine, bayramlarına şahit olduysan bizim için değerli. Bize yaptıkları, içinde kendi varlıklarını hissettirenler gelsin…

Öğrencilerinizle nasıl bir program izliyorsunuz?

Bu işin teorisinden çok uygulama alanını öğretmeye çalışıyorum. Öğrenciler birçok projeyle geliyor ama “Haydi başla” dediğimizde tıkanıyorlar. Örneğin; çok basit gibi gözüken Taksim Cumhuriyet Anıtı’nın hikayesini çekmenin bile ne kadar zor olduğunu pratik derslerde görüyorlar.

Aileler çocuklarını destekliyor mu?
Aileler, var olmakla varlıklı olmak arasında çocuklarını varlıklı olmaya yönlendiriyor. Ayrıca özellikle genç kızlar ekranda boy göstermek için bu alana yönelmek istiyor. Kameraman, ışıkçı ve sesçi olmak isteyen çok az…

Yakın gelecekteki ne gibi projeleriniz var?
Dünya televizyonlarıyla ortak yapımlar ve Türkiye’ye ödül kazandıracak belgeseller var aklımda. Ama belgesel konusunda bu işe ayrılan bütçelerin çok az olması ortak yapımlara imza atıyoruz. Bir süre sonrada yüzde 100 Türk yapımı prodüksiyonlar, film tadında belgeseller yapacağız. Bu coğrafyada yaşanmışlıklar üzerine bilgi ve belgeyi ulaştırmak ve sonraki dönemlere aktarmak istiyorum.

“Siirt Mücadele gazetesinin matbaasında yere düşen harfleri topladığım 1960’larda aklımda hep bugünler vardı. Sınırların ötesine gidip ulaşılamayana ulaşmak, gidilmeyene gitmek, dokunulamayana dokunmak istiyordum. Kalemim, fotoğraf makinem ve video kameram kendimden bir parça, birer organım oldu. Tökezlediğim, zorlandığım, düştüğüm zamanlar da oldu ama hiç geri dönmeyi düşünmedim.”