Türkiye’de özellikle belgesel seslendirmesi denince akla daha doğrusu kulaklara birkaç ses gelir. Dublaj dünyasındaki 45 yıllık emeğiyle Levent Dönmez, o seslerden biri. Onun yüzünü değil ama “Bu gece CNBCE’de” diyen veya 30 yıldır Fikret Hakan’a hayat veren sesini tanımayan var mı?

 

Yıllardır ekranlarda duyduğunuz bir ses vardır, kimi zaman Fikret Hakan’dır o, kimi zaman Kadir İnanır ya da bir belgeselin muhteşem anlatıcısı. Doğrusu bir belgesel seslendirmenin sadece metni okumanın ötesinde anlamlar taşıdığını hissettiren Türkiye’deki ender isimlerden biri Levent Dönmez. Onun Yeryüzü (Planet Earth) belgeselindeki muhteşem performansını kim unutabilir? İşte benim tam da o belgeselle tanıştığım dublaj ustası Levent Dönmez’in sesi her yerde karşınıza çıkabilir ve mutlaka ayırt edilir. Örneğin Efes Antik Kenti’ni gezerken kulaklıktan bir anda onun sesi gelebilir ve böylece siz de kendinizi tarihin içinde gezinirken bulabilirsiniz.

Levent Dönmez’in dublaj hikayesi pek çok tiyatro oyuncusu gibi ekonomik sebeplerle başlamış. Ailesinin onu konservatuvara gönderecek ekonomik gücü olmayınca önce amatör tiyatrolara, sonra profesyonel tiyatrolara geçiş yapmış ancak bir süre sonra hayatını sürdürebilmek için dublaja yönelmiş. Böyle başlayan hikayesiyle Dönmez, 45 yıldır Yeşilçam’dan Hollywood’a bir çok görüntüye ses olarak hayat veriyor. Üstelik kendi konservatuvara gidememiş bir sanatçı olarak Mimar Sinan Güzel Sanat Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nde uzun yıllardır diksiyon dersleri veriyor. Dönmez’le bu uzun dublaj kariyerinin hikayesini konuştuk.

 

Oyunculukla başlıyorsunuz ama bugün tamamen dublajla ve seslendirmeyle geçen bir meslek hayatınız var. Nasıl adım attınız seslendirme dünyasına?

Birçok tiyatro sanatçısında olduğu gibi ben de tek başına tiyatrodan geçinemediğim için dublaja geçtim. O dönem Gülriz Sururi- Engin Cezzar Tiyatrosu’ndaydım. Dublajda ana kural ekonomidir. Ben de oyuncuydum ve hiçbir şekilde geçinemiyordum. O dönem bir ağabeyim beni bir dublaj stüdyosuna götürdü. Dublaj işleri o zamanlar bir bakımdan kolay bir bakımdan ise çok zordu. Kolaydı, çünkü çok az dublajcı vardı. Zordu, çünkü dublajın yapılma şartları fevkalade zordu. Önce minik minik seslendirmeler yaptım, sonra sesimin sağladığı avantajla daha çok kullanılmaya başlandım.

 

Dublaj sanatçısı olmak için öncelikli şart nedir?

Dublajda böyle bir sıkıntı var. Yani “asıl işimi yaparken arada da ek ücret için dublaj yaparım” düşüncesi. Çünkü burada şöyle harekete geçilir; “Yahu senin sesin ne kadar güzel niye dublaj yapmıyorsun” der birileri, karşıdaki da dublaj yapmaya karar verir. Bana böyle çok telefon geliyor, “Hocam konu komşu çok güzel sesim olduğunu söylüyor, nasıl dublaj yapabilirim?” Yapamazsın! Çünkü bunun için öncelikle yani en dipte oyunculuk eğitiminin olması gerekiyor. Drama dublajlarının dışında çok değişik alanlar var. Reklam var mesela, belgesel, tanıtım, radyolar, sunuculuk var. Ama tüm bunların temelinde yatan oyunculuk kıvraklığıdır. Eğer o kıvraklık varsa hepsine uyum sağlayabilirsiniz. Ben oyunculuk ve sesimin verdiği avantajla da seslendirmede hızlı yükseldim. O kadar ki seslendirme yönetmenliğine en genç yaşta başlayanlardan biriyim.

 

Seslendirme yönetmenliğine bu kadar hızlı nasıl yükseldiniz?

Bu hikaye kariyer yapmayla ilgili de önemli ipuçları verebilir. Çünkü başladığım dönemde sadece konuşuyordum. Oysa bizim yaptığımız dönemdeki yönetmenlerin işlevi bayağı fazlaydı. Dublajı birebir etkilerlerdi. Fono Film’in sahibi ve eski bir sinema eleştirmeni Tuncen Okan’a gittim ve dublajın her alanında çalışmak istediğimi söyledim. Gittim arkada ses çektim, mikserin başına geçtim, efekt yaptım ki genelde asistanların işidir. Daha sonra senkron yaptım. Bunun yanı sıra asistanlık zaten yapmıştım. Kısacası yönetmen koltuğuna oturduğumda her şeyini biliyordum artık dublajın.

 

Oyunculuk daha şöhretli bir hayat demek. Siz oyunculuğu değil dublajı mı seçtiniz, yoksa hayat mı o seçimi yaptırdı?

Dublaj elbette belirli bir aşamadan sonra benim seçimimdi. Yüzde yüz seçimimdi diyemeyiz ama. Seçimimi etkileyen başka şeyler de oldu, kalbimde delik vardı ve fizyolojik yapım bana izin vermedi. Sahnede bayıldım. Bir anlamda hayatın beni götürdüğü bir yer diyebiliriz. Ama tüm bunların dışında sahne sanatları için insanın içinde biraz da teşhirci tarafı olması gerekir. İçinizde bir yerlerde mutlaka bir teşhircilik vardır. Benim o tarafım da biraz zayıftı galiba.

 

Sinemada seslendirdiğiniz isimleri sıralarsak, ilk aklınıza gelen isimler hangisi?

Seslendirdiğim birçok sanatçı var, buna Kadir İnanır, Tarık Akan dahil. Ama onlara bir türlü ısınamadı sesim. Yaklaşık 30 yıldır Fikret Hakan’ı konuşuyorum. Yeşilçam starlarının birçoğunu konuştum. Hollywood’dan Sean Connery, Anthony Hopkins, Anthony Quinn, Burt Lancester’i konuştum.

 

Dublaj yönetmeni olarak ya da dublajcı olarak hiç unutmadığınız filmler var mı?

Seslendirme yönetmeni olarak yaptığım işleri asla unutamam. Oyunculuk da yaptım ama küçük rollerde. Çünkü bütün yönetmenlerle çalışıyordum. Zeki Ökten Faize Hücum’da “gel bankeri sen oyna” dedi. O bir dostluk, o bir katkı. Kameranın önünü seviyorum ama benim için sürekli kesintilere uğradı.

 

Neden artık dublaj yönetmenliği yapmıyorsunuz?

Dublaj yönetmenliğini bitiriş öyküm ilginçtir. Ben her filmi en az dublaja girmeden bir hafta önce görmek istediğimi söylerdim. Çünkü ona göre rolleri dağıtır ve dublaj yapacak arkadaşları organize edebilirim. Asılacak Kadın filmi sırasında 2 gün kala filmi seyredebildim ve bu nedenle konuşturmayı düşündüğüm bir sürü insan dışarda kaldı. Bir takım rolleri hiç istemediğim kişilere konuşturmak zorunda kaldım. Müjde Ar’la ses teknisyenin bulunduğu bölümde oturuyoruz ve bana haklı olarak içerideki arkadaştan yakındı. Peki, zamanım olsaydı böyle mi olurdu? O gün karar verdim ve bıraktım. O zaman bırakacağıma inanmamışlardı. Ama kötü bir iş yapacağımıza yapmayalım çok daha iyi.

 

Belgesel seslendirme ile sinema filmi seslendirme arasındaki farkı nedir?

Yalnız belgeselde değil, kuru kuraya metin seslendirmesinde esas olan anlatmaktır. Ben hemen karşımda sevdiğim bir arkadaşım oturuyormuş ve bu konuyla yakından uzaktan hiçbir ilgisi yokmuş gibi düşünüp, onun en anlayacağı, en kendini rahat hissedeceği biçimde okumaya gayret ediyorum. Örneğin o yeri sevmeye de çalışırsın. Yeryüzü (Planet Earth) belgeselinde mesela bir beyaz ayı ve yavrusunun karlar içindeki sahnesi vardı. Ben dublajda o andan sonra değiştim, kendimi doğaya bıraktım. Dublajın kökeni kendini ne kadar görüntüye bırakabildiğine bağlıdır. Ama asıl olarak bir kere şunda anlaşalım: Her okuma bir yorumdur. Sonra da bugünlerde çok meşhur olan empati yapabilmene bağlıdır. Gerçekten empati yapmak karşındakiyle birlikte yıpranmak ya da acı çekmektir. Oyuncunun da mutlaka sonsuz empati sahibi olması gerekir. Hele bunu seslendirmeye aktardığı zaman. Biz buna duyu anı deriz. Bir takım duyuların artık senin anın haline gelir. Bir yerde kızdığında ne hissettiğini veya bir yerde mutlu olduğunda ne hissettiğini hep anına almalısın. Sonra onları seslendirmede ortaya çıkaracaksın. Ama bunu empatin olmazsa yapamazsın. Çünkü o zaman nasıl seslendireceksin gerçek acıyı?

 

Tek başına ses neden yeterli değil?

Tek başına sesin hiçbir işe yaramadığını ben şehir tiyatrosunda öğrendim. Bir prova sırasında bana sıra geldi, minik bir rolüm vardı. Rolümü ilk defa okuyorum. Bir ufak sessizlik oldu, o büyük ağabeylerden biri, “ Mahmut oğlandaki sesi duydun mu?” diye bağırdı. Mahmut Moralı hiç benim tarafıma bakmadı bile; “Ne yapalım, tulumbacı olsun” dedi. İşte aldığım ilk tiyatro dersi budur. Dedim ki kendi kendime, “Levent sesin ne olursa olsun, demek ki kullanmayı bilmezsen ancak tulumbacı olursun.” Çünkü onu hiç ilgilendirmiyorum o anda. Ondan sonra ne kadar kurs varsa gittim.

 

Dublaj yapan kişi olarak çeviriye ne kadar müdahil oluyorsunuz? Örneğin bazen çok kötü çeviriler duyuyoruz…

Kimi zaman müdahale edebiliyoruz. Dublaj yönetmenin fonksiyonu işte orada devreye giriyor. Ama diyelim ki yönetmen devreye girmedi, bu sefer sen dublajı yapan kişi olarak, “bu böyle olmaz” diyebiliyorsun. Kabul ediliyorsa önemli. Belki de yaşım gereği bana bir şey demiyorlar, o yüzden bu bir rahatlık. Bunun dibinde yatan şöyle bir sorun var. Çevirmenler İngilizce’yi çok iyi biliyorlar ama Türkçe’yi o kadar iyi bilmiyorlar. İşte sorun da orada. Ben bunun için Türkçe’nin Söylenişi Sözlüğü hazırlıyorum. İnternet sitesinde yanında benim okumalarım da olsun istiyorum.

 

Sokakta sesinizden sizi tanıyan insanlar oluyor mu?

Bu konuda iki tane önemli müşterim var. En çok tezgahtar kızlar, birbirine gösteriyorlar. “Ay affedersiniz siz hiç televizyonda konuştunuz mu?” diyorlar. Bir de taksi şoförleri. Bir tanesi doğrudan doğruya beni Fikret Hakan zannetti. İnanmadı uzun süre benim Fikret Hakan olmadığıma.