Seth Godin, “Pazarlama hikaye anlatma sanatıdır” diyor. Hikaye anlatmanın ustalarından birisi de Malcolm Gladwell. New Yorker Dergisi’nin editör ve yazarlarından birisi iken, yazdığı çarpıcı kitaplarda paylaştığı hikayeler ve daha da önemlisi “tüme varım” kullanarak ulaştığı çıkarımlar benim gibi bir çok insanı kendisine hayran bıraktı. Gladwell hayranlık yaratmakla birlikte özellikle akademik çevrelerden de “mesnetsiz” ya da yeterli analitik tabanı olmayan çıkarımları nedeniyle eleştiri de alıyor. Ancak yapılan eleştiriler Malcolm Gladwell’in kitaplarının hemen her ülkede çok satanlar listelerinde kendilerine sürekli yer bulmasına da engel olmuyor.
Malcolm Gladwell’den “David ve Goliath”in hikayesi
Uzun zamandır beklenen, Malcolm Gladwell’in son kitabı David ve Goliath (Hazreti Davut ile Calut’un hikayesi) geçen ay içinde piyasaya çıktı. Kitaba isim veren hikayeden de yola çıkarak, Gladwell sıklıkla hayatta dezavantaj veya zayıflık olarak gördüğümüz şeylerin farklı bir şekilde bizi geliştirdiği ya da farklı bir yönümüzü geliştirmeye yönlendirdiği çıkarımını yapıyor.
Girişimci Richard Branson, Cisco CEO’su John Chambers, efsanevi yatırımcı Charles Schwab, HP’nin H’si William Hewlett, Henry Ford, Medya dahisi Ted Turner isimlerini aynı cümlede birleştiren ne olabilir? Ya da Leonardo da Vinci, Pablo Picasso, Andy Warhol, Rodin, Pierre Curie, Alexander Graham Bell, Albert Einstein ve Thomas Edison’un ortak özelliği nedir? Sıkı durum, bu isimleri hepsi disleksi hastalığından muztarip. Disleksi hastalığı, okuma zorluğu ile ilintili öğrenme bozukluğu olarak tanımlanan bir rahatsızlık. Yaratıcı ve girişimci yönleri ile öne çıkan bu onlarca isim ve bu yazıda sayamadığım daha niceleri öğrenme zorluğu çekmelerine rağmen, alanlarında imza atmaktan geri kalmamışlar. Yani Gladwell’in iddiasıyla, aslında bu “zayıf” veya diğerlerine göre onları dezavantajlı bir konuma koyan rahatsızlıkları, farklı alana yönelmelerine, ya da farklı özelliklerini daha fazla öne çıkarmalarına sebep olmuş.
Acılar bireyi güçlendirir mi?
Gladwell’in yaklaşımı ile paralellik arz eden çalışmalardan birisi 1960’lı yıllarda psikolog Marvin Eisenstadt’in yaptığı araştırma; Eisenstadt o dönem girişimci ve yaratıcı yönleri ile öne çıkan 700 civarında başarılı profilin geçmişini analiz ediyor. On yıl süren araştırma sonucunda Eisenstadt detaylı geçmiş bilgisine ulaştığı 573 kişiden dörtte birinin 10 yaşına kadar ebeveynlerinden birisini kaybettiğini gözlemliyor; daha da ileri giderek 20 yaşına kadar takip ettiğinde ise ebeveynlerinden en az birisini kaybedenlerin oranı yüzde 45’e ulaşıyor.
Eisenstadt’ın araştırması ile eş zamanlı olarak İngiliz tarihçi Lucille Iremonger 19.yüzyıldan bu yana görev alan İngiliz başbakanları üzerine yaptığı araştırmada, başbakanların üçte ikisinin ebeveynlerinden birisini 16 yaşına kadar kaybettiğini tespit ediyor. George Washington’dan Obama’ya kadar 44 ABD Başkanının 12 tanesi genç yaşlarında babalarını kaybetmişler. Bahsi geçen araştırmalardan yola çıkarak, hayatında büyük travma yaşamış, zorluklara erken yaşlarda göğüs germiş bireylerin hayat mücadelesinde daha başarılı olabileceği sonucuna varılabilir.
Konuya başka bir bakış şekli ise araştırmaların yapıldığı dönemlerdeki yaşam beklentisinin çok da uzun olmadığı, yani araştırmalardaki örneklem grupların, daha büyük toplumsal kümeler içinde de farklı sonuçlar vermeyeceği şeklinde olabilir. Hatta psikiyatrist Felix Brown’un yaptığı bir çalışma hapis cezası alan hükümlülerde, ebeveynlerini küçük yaşlarda kaybetme olasılığının, toplumun geri kalanının iki – üç katı olduğunu gösteriyor. Başka bir deyişle zorluklara, hatta travmalara cevap verme şekli bireylere, döneme, çevresel şartlara göre farklılıklar gösterebilirken, “tüme varımda” bulunmak sağlıklı olmayabilir.
Öldürmezse, güçlendirir!
İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanların Londra’yı bombaladığı dönemdeki (London Blitz)  toplumsal tepkileri inceleyen psikiyatrist MacCurdy ilginç bir sınıflandırma yapıyor. MacCurdy, bu tip felaketlere maruz kalanları üç gruba ayırıyor. İlk grupta felaket sonucu hayatını kaybedenler var. İkinci grupta bizim deyimimizle “ucuz kurtulanlar” yer alıyor. Felaketi yakinen yaşayan bu gruptakiler, hayatını kaybedenleri görüyor, hatta kendileri de yaralanıyorlar; travmayı şiddetle hissediyorlar. Sonuç olarak da, travmanın etkisini belki de hayatları boyunca hissetmeye devam ediyorlar. Üçüncü grupta ise, felaketi uzaktan yaşayan kesim var; yani bombayı ya da depremi hisseden, sirenleri duyan, acı kayıpları öğrenseler de kendileri fiziksel olarak travmayı yaşamayan bireyler var. İlginç olan ise, ikinci grubun aksine, üçüncü gruptakilerin hafif atlattıkları felaketler sonrasında, özgüvenleri daha da artıyor; “yenilmez” olduklarına yönelik inançları güçleniyor.
İlham veren “hikayeci”
Malcolm Gladwell’in kitapları etrafında toplanan tartışmalardan yola çıkarak paylaştığım örnekler, yazarla ilgili eleştirileri destekleme amacı taşımıyor. Aksine, Gladwell, günlük hayatta karşılaştığımız olayların doğru analiz ve yerinde sorularla liderlikle ilgili birçok karışık konuyu basite indirgeme fırsatı taşıdığının benim için üst düzey örneğini temsil ediyor. Liderlik sanılanın aksine, çözümlenmesi zor olan bir başlık değil; basit refleksler, gözlem yapma imkanı olan bireyler için liderlik alanında önemli farklılıklar yaratma imkanını yaratabiliyor. Bu sebeple akademik geçerliğinden ve analitik tutarlılığından bağımsız olarak, hayatın çözümlenmesi için ipuçları sunan, Malcolm Gladwell ve benzer tüm “hikayecileri” ilham verici buluyorum.