Öykümüzün kahramanı Hamdi Bey, bir İK’cı. Seçtiği adaylar yöneticisi tarafından beğenilmiyor. En sonunda neler olduğunu öğrenmek için yöneticisinin yaptığı mülakata katılmayı başarıyor.

 Maun bir masanın dibinden, sadece gözlerim görünerek soruyorum Cemal Bey’e:

—Şu mülakatı toplantı odalarından birinde yapsaydık daha iyi olmaz mıydı?

Cevap beklemeden geliyor:

—Biz neysek oyuz Hamdi Bey, aday bizi doğal ortamımızda tanısın.

Böyle derken babacan bir ifadeyle inip kalkıyor kaşları Cemal Bey’in. Çaresiz susuyorum. Beyhude bir istek benimki. Neredeyse dünden beri söylüyorum aynı şeyi ama olmuyor. Karşımdaki ne de olsa kurucu ortak, hem de genel müdür yardımcısı.

—Hadi vakit tamamdır, çağırın da görelim beyefendiyi.

Elimde tuttuğum telsiz telefonla sekreterimizi arıyorum.

—Gönderelim Ali Bey’i.

 Aradığı ışık yok!

Ali Bey benim beşinci adayım bu pozisyon için. Daha önceki dört adayımı, Cemal Bey gözlerinin yaşına bakmadan eledi. Ama ben yoktum o mülakatlarda. Kendisi bire bir görüştü hepsiyle ve tüm görüşmelerin sonunda da, “Olmadı Hamdi Bey!” dedi bana. “Bu adaylarda aradığım ışık yok.” Aslında hiçbir şey anlamamıştım bu değerlendirmeden, çünkü dört adayım da tabiri caizse tam oturuyordu pozisyona. En sonunda Cemal Bey’i bir punduna getirip mülakata benim de katılmam gerektiğine ikna etmiştim. Acaba nerede eleniyordu adaylarım?

Kapı açıldı ve parlak kumaştan, sağlam dikişli elbiseleriyle Ali Bey karşımızda belirdi. Hemen ayağa kalktım, Cemal Bey’in makam odasının laminant döşemelerini takırdatarak.

—Hoş geldiniz Ali Bey.

—Hoş bulduk, nasılsınız Hamdi Bey?

İkimiz de yapay bir ifadeyle gülümsedik, ne de olsa iş dünyasıydı bu. Ali Bey benim nezaketime ilk mülakattan alışıktı. Sonra dönüp onu Cemal Bey’e sundum.

—Cemal Bey! Adayımız Ali Bey.

Koltuğundan kalkmıyor, elini uzatıyor

Ali Bey davranıp iki adım attı ve elini uzattı. Ancak Cemal Bey, makam koltuğundan kalkmadı ve sadece elini uzattı. “Galiba stres mülakatı yapacak!” diye içimden gülmeden edemedim.

Cemal Bey’in arkasındaki camda birbiri içine geçmiş bacalardan, borulardan, büyük silolardan mütevellit fabrikamız uzanıyordu. Sanki kapitalist sistemin motoru, harekete geçiren gücüydü bu yapılar; camdan mabetleri andıran plazalarımız ise vitrini…

Ali Bey de Cemal Bey’in masasının önündeki çukur koltukta yerini almıştı, daha doğrusu gömülmüştü benim gibi. Önümüzde bir orta sehpa vardı. Ellerimizi nereye koyacağımızı şaşırmıştık. Ancak Cemal Bey bizden daha da rahatsız ve keyifsizdi sanki.

—Eveeet, dedi uzun bir bekleyişin ardından. Sonra ekledi: Sizi dinliyoruz Ali Bey.

Böylece başlamıştı sevgili yöneticimin kendince yapılandırılmış mülakatı. Ben ise başımdan aşağı dökülen kaynar sularla meşguldüm o an.

 
Maraş’ta kimlerdensin?

Doğrusu Ali Bey de beklemiyordu böyle bir giriş. Muhtemelen o an kendisiyle yaptığımız ilk mülakat ile bu anı karşılaştırıyordu. Bu şaşkınlıkla doğum yerinden alıp anlatmaya başladı. Ancak anlattıkları Cemal Bey’in ilgisini çekmiş olacaktı ki sözü yarım kaldı. Cemal Bey gayet ciddi:

—Maraş’ta kimlerdensin? diye sordu.

Böylece yetkinlik bazlı mülakatımız Maraş’ın sokaklarında ve ünlü ailelerinin evinde kendine sığınacak bir yer aradı. Ama o anda ben kendimi suçluyordum: Hay eşek kafa, nasıl da unuttun bunların hemşeri olduğunu.

Tam yedi dakikamızı almıştı bu konu. Ardından Ali Bey’in eğitim ve tecrübelerini dinlemeye geçmiştik. Şehrazat anlatıyor, biz uyumaya hazırlanıyorduk bin bir gece masalları içinde. Ben ne zaman bir müdahalede bulunacak olsam, Cemal Bey bu mülakatı kendisinin yaptığını hatırlatır gibi bakıyordu bana.

Neyse ki en sonunda o da dayanamadı ve bir soru sordu:

—Şu an T. Firmasında devam ediyorsunuz değil mi?

—Evet efendim.

—Tayfun Bey’i tanır mısınız?

Ali Bey doğal olarak, “Tanırım,” dedi ve böylece Cemal Bey aldı sazı eline:

—Tayfun iyi bir yöneticidir, akıllı bir adamdır. Ama 2001 krizinden sonra çok toplayamadı şirketi. Biraz da ortaklarının etkisi vardı tabi bunda…

—Doğrudur efendim.

—Bizi o günlerde eleştirdiler bazı konularda ama zaman bizi haklı çıkardı. Siz yoktunuz değil mi o yıllar Tayfun Bey’lerin yanında.

—Yoktum, Z. Firmasındaydım…

—Şimdi bunlar bir küçülmeye gittiler o dönemde, biz onların yaptığını yapmadık. Zaten biz şirket olarak hiçbir zaman geri adım atmayı sevmeyiz. Bir çıkış yolu aradık doğrusu, oturduk, düşündük, taşındık…

On beş dakika akıp geçti

Mülakatımızın on beş dakikası bitmiş ve Ali Bey Maraş ve aile bilgileri, biraz da tecrübeleri dışında pek konuşmamıştı. Cemal Bey ise anlatmakta kararlıydı:

—Bizim yönetim anlayışımızda şu vardır: İşi hayatın olarak göreceksin. İş rüyana girecek, her şeyin iş olacak. Biz bu anlayışla kurduk firmayı Şükrü Bey ile. Dişimizle, tırnağımızla bugünlere geldik…

Böylece şirketimizin özgeçmişi üzerinden ilerlemeye başladık. Kuruluştan bugüne tüm evreleri özetledik; ilk ihracat, ilk yabancı ortaklık… Adayımız çaresiz onaylıyordu tüm söylenenleri. Ama “Ne oluyoruz?” der gibi arada bana bakmaktan da geri kalmıyordu. Bir şey olduğu yoktu. Mülakat yapıyorduk işte.

Cemal Bey sonunda bugüne geldi de bir oh çektim içimden. Ancak sevinmek için acele ettiğimi de o an anladım. Çünkü Cemal Bey yepyeni bir konuya geçti o anda:

—…Bugün biraz etrafı toparlamaya başladık artık. Kurumsallaşma yönünde adımlar atıyoruz. Personel işlerini kapattık İnsan Kaynakları yaptık, çalışanlarımız için performansıydı, kariyeriydi, imkânları artırdık… İşte Hamdi Bey bir süredir bizimle çalışıyor, kadro açısından bir sıkıntımız yok…


Telefon melodisi bölüyor

Ben, “Daha nerelere kadar gidecek bu mülakat?” diye düşünürken Cemal Bey’in telefonu oynak bir melodi ile çalmaya başladı. Ancak onun sözünün bölünmesine sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. Çünkü saygıdeğer yöneticim elindeki özgeçmişi bırakıp, mavi bir doysa aldı ve telefonun diğer ucundaki kişiye bir şeyler okumaya başladı. Ali Bey umutsuzca etrafına bakıyor, gerilen ince dudaklarından bir karara vardığını anlıyordum. Belki de o anda adına mülakat denen bu şeyin onun için bir anlamı kalmamıştı. Bense masanın üzerini kaplayan ithal yazı takımlarında, birinci hamur kâğıtlarda, duvardan duvara çarparak dağılan güneş ışıklarında teselli arıyordum.

Cemal Bey görüşmesini bitirdi ve yine Ali Bey’e dönüp devam etti:

—Ne diyordum, kadrolarımız… Evet gerçekten iyi bir kadroya sahibiz bugün. Şükrü Bey, değerli ortağım bu sektörün duayeni. Satın alma müdürümüz oldukça tecrübeli bir arkadaş. Finans yöneticimiz Semih, genç ama kendini iyi yetiştirmiş, donanımlı bir kişi. E tabi bazen gençliğin verdiği heyecanlar olmuyor değil. Hamdi Bey de yine öyle genç bir İnsan Kaynakları çalışanı. Üretimde yaş ortalamamız daha yüksek, ancak orada yine de daha cevval adamlar lazım bize…


Mülakat teknikleri?

Cemal Bey açıldıkça açılmış, tüm çalışanlarımızın güçlü zayıf yönlerini tek tek anlatır olmuştu. O anda sanki Ali Bey’in Cemal Bey’i mülakata aldığı izlenimine kapılmadan edemedim. Bu şekilde kırk beş dakika geçti ve mülakatımız son buldu. Cemal Bey yalnızca, “Peki,” deyip elini uzattı ve Ali Bey aklındaki sorularla zoraki mülakat odamızdan çıktı. Adayımızın ardından Cemal Bey’e dönüp:

—Evet? dedim.

Cemal Bey değirmi yüzünde beliren gülümseme ile:

—Olmadı Hamdi Bey, dedi. Bu adayda da aradığım ışık yok.

Onun yukarı doğru kalkan kaşlarına ve güneşle alazlanmış kırışık alnına öylece bakakaldım. Biraz üstelemek istedim ama olmadı. Aday hakkında da sadece, “Çok pasif, iki laf etmedi,” dedi. Çaresiz çıktım odadan. Kendi odama, işçilerin toplandığı avluya bakan camın kenarına geçtim. Gün bitiyor, şirket binalarının camları kızıla boyanıyordu. Günün ışığı biterken, şehrin ışıkları tek tek yanıyordu. Her şey de bir ışık vardı, benim adaylarım dışında. Ama çok durmadım bu düşüncenin üstünde. Aklımda daha önemli bir konu vardı: “Nasıl yapıp etsem de şu Cemal Bey’e bir mülakat teknikleri eğitimi aldırsam?” Mümkün müydü böyle bir şey? Neden olmasın? Personel İşleri tabelasını depoda çürümeye terk ettikten sonra…

Kariyer Dergi Haziran 2008