Ahmet Ümit küçükken  “ileride yazar olacağım, yazarlık benim için en önemli meslek” diye düşünmez hiç. Lise ve üniversitede okurken gazeteci, politikacı hatta sinemacı olmayı düşünür. Ama yazarlık, aklının köşesinde bile yoktur. Ta ki 1982 Anayasası’na kadar. Türkiye’de askeri rejimin olduğu o dönemlerde Ahmet Ümit askeri rejime karşı mücadele eden sol bir örgütün içerisindedir. 82 Anayasası’na karşı duvarlara afişler yapıştırırlar. Ve Ümit’in birkaç arkadaşı yakalanır. O da operasyon hakkında bir rapor yazar. İşte o raporla aslında ilk hikayesini yazmıştır. O hikaye Prag’da 40 ayrı dilde yayınlanan Barış ve Sosyalizm Sorunları Dergisi’nde yayınlanır. Ve böylece Ümit’in ilk hikayesi 40 ayrı dilde yayınlanmış olur. Tabii edebi özelliklerinden dolayı değil, politik özelliklerinden dolayı. Ama bu ona bir cesaret verir. “Demek ki yazabilirmişim” der. İşte 12 Eylül dönemi ve o günün koşulları onun yazarlık yolculuğunda oldukça belirleyicidir. Hikayeler yazmaya başlar. Daha sonra eğitim için gittiği Moskova’da şiir yazmayı dener. 89 yılında yayınlanan ilk kitabı “Sokağın Zulası” bir şiir kitabıdır. Daha sonra diğer kitapları gelir ve derken Türkiye’de olmayan, ya da olan ama edebi bir tür olarak kabul edilmeyen polisiye türünde ilk romanı, Sis ve Gece’yi yazar. Ahmet Ümit bugün polisiye roman denilince Türkiye’de ilk akla gelen isim. Sadece polisiye türünde değil eserleri. O her şeyi konu alıyor ve pek çok türde eser veriyor. Ahmet Ümit ile polisiye, yeni çıkan kitabı “Olmayan Ülke”, şu an yazmakta olduğu “Şems Cinayeti” hakkında konuştuk.  
Polisiye yazmamın asıl sebebi 14 yaşımdan 29 yaşıma kadar olan hayatım.
Polisiyeye başlamam yazarlığa başlamam gibi kendiliğinden oldu. “Çıplak Ayaklı Gece” adlı öykü kitabımda bir hikaye vardı. O zaman Şehir Tiyatroları’nda yönetmen olan arkadaşım Ali Taygun bu öyküyü okudu ve dedi ki “ Sen polisiye yazıyorsun”. Ben polisiye yazdığımı düşünmüyorum tabii. Sonra anladım; 78 kuşağından biriyim. 1974’ten 1989’a kadar olan 15 yılım tam bir kaçmaca kovalamaca içerisinde geçti. Sürekli can derdindesin, kendini korumaya çalışıyorsun. Tabii 14 yaşımdan 29 yaşıma kadar yaşadığım hayat yazmaya başlayınca da etkisini gösterdi. O yıllarda yaşadığımız adrenalin kendini yazarken de hissettirdi. Ve polisiye yazmaya başladım.
 
Günümüzün polisiye okurunun beklentileri çok yüksek
İyi polisiye metinlerde sağlam bir matematik olması ve okuru aldatmamanız gerekir. Yani okura pek çok şeyi söylemeniz lazım. Ama artık günümüzde bu yeterli değil. Klasik anlamda ilk polisiye 1841’de yayınlanan Edgar Allan Poe’nun Morgue Sokağı Cinayeti. Demek ki 160 küsur yıl geçmiş aradan. Dolayısıyla onlar gibi yazamayız. Çok sağlam bir mantığı, zekice düzenlenmiş bir kurgusu olacak. Ama aynı zamanda da normal roman ne içeriyorsa onu barındıracak. Yani insan psikolojisi ve tarihsel, sosyolojik, psikolojik perspektifleri. Ancak böyle olduğu zaman yazdıklarınız çok değerli olur. Öteki türlü bir cinayet işlenmiş ya da bir bilinmez var. Bu bilinmez nedir sorusuyla okuru sürüklemek, bugünün okuruna yeterli gelmiyor. Bugünün okuru, roman boyunca bir yandan problem çözerken bir yandan da insana, hayata, geçmişimize ve geleceğimize dair bilgiler edinmek istiyor. Günün sorunlarına dair düşünmek istiyor. Günün sorunlarına felsefi bir yaklaşım getirmemizi istiyor. Bütün bunları derleyip tasarlayıp yazmanız gerekiyor. O zaman da roman için çok ciddi bir araştırma yapmanız gerekiyor.
Türkiye’de yazarlarımız polisiyeyi küçümsüyorlardı
Türkiye’de polisiyenin gelişmemesini bazıları suç biçiminin polisiyeye uygun olmadığına bağlar. Sigorta sistemimizin çok gelişmemiş, feodal kültürün yaygın olması buna sebep olarak gösterilir. Adam karısı onu aldattığı için herkesin gözü önünde eşini öldürüyor. Yani her şey ortada yaşanıyor. Ama ben daha çok bu durumun yazarlarımızın polisiyeyi küçümsemesine, polisiye romanı anlamamalarına bağlı olduğunu düşünüyorum. Çünkü eğer yazarlarımız bu yöne yönelselerdi Türkiye’den her zaman güzel hikayeler çıkardı. Türkiye’de de kişisel olan ya da örgütlerin işlediği cinayetler oldukça fazla. Yüzlerce faili meçhul cinayet var ve onlardan inanılmaz romanlar çıkar. Bırakın Cumhuriyet dönemini, Osmanlı, Bizans, Doğu Roma dönemlerinde saraylarda inanılmaz entrikalar vardı. Zaten yavaş yavaş bu durum kırılmaya başladı. 90’lardan bu yana pek çok yazarımız polisiye yazmaya başladı. Dünyadaki etki de bunu kırdı. Dünyadaki büyük yazarlar da polisiye romana yöneldiler ve polisiyenin ikinci sınıf edebiyat olmadığını gördüler.
Dan Brown ve Jean-Christophe Grange’ın edebi yanları zayıf
Ben aslında klasikleri severim. Onlar benim başucu kitaplarım. Dostoyevski, Poe’nun öyküleri, Balzac’ı çok seviyorum. Günümüzde yazarlarından da Paul Auster, Umberto Eco, gibi yazarların metinlerini severek okurum. Borges de çok iyidir. Marquez gibi Latin yazarlarını da çok seviyorum. Polisiyede de beni etkileyen yabancı yazar ne yazık ki yok. Onları okuyorum ama ne yazık ki hep eksik kalıyor. Dan Brown ve Grange mesela bana göre eksik yazarlar. Edebi yanları son derece zayıf. Orada bir hikaye var. Ama edebiyat hikaye değildir. Hikaye iyi bir romanın parçasıdır. Ama edebiyat aynı zamanda iyi bir dildir. İyi anlatılmış, derinlemesine anlatılmış karakterlerdir. Bu karakterlerin psikolojik taraflarıdır. O ülkenin, o dünyanın tarihidir. Bunların hepsini içerdiği zaman bir romandır. Öteki türlü spekülatif bir hikaye anlatabilirsiniz Dan Brown gibi.
Kitaplar insanlarda bilgi susuzluğu uyandırmalı
Edebiyatçılar ya da romanlar yanıtlar vermez, soru sorarlar. Ben eğer bu soruları doğru sorarsam insanlar başka kitaplara yönelmeye başlarlar. Kitaplarım eğer insanlarda bilgi susuzluğu uyandırdıysa, onları, kafalarında oluşan soruların yanıtlarını bulmak için başka kitaplara yönlendirdiyse bu benim açımdan başarılı bir iş olduğu anlamına gelir.
Yazar muhalif olmalıdır
Yazar muhalif olmak durumundadır. Çoğu zaman muhaliflik denilince politik muhaliflik anlaşılır. Oysa yazarın muhalifliği politikayı da kapsayan bütün yaşama karşı bir muhalifliktir. Yaşadığımız hayatın olumsuzlukları, yanlışlıkları nelerdir? Bunları anlatırız. Bunların içinde tabii politika da vardır. Aşk da, arkadaşlık da, komşuluk da vardır. Bunların hepsini kapsar aslında yazarın muhalifliği. Ama tabii sadece mesaj vermek için de yazmayız bir şeyi. Bir roman mesaj verdiği kadar eğlendirir, hoşça vakit geçirtir, estetik haz verir, hayal gücünü uyandırır, kışkırtır.
Son kitabım “Olmayan Ülke” beni çok mutlu etti
Benim annem çok iyi bir masal anlatıcısıdır. Muhtemelen benim yazarlık yeteneğim de ondan geliyor. Annem terziydi, kız çırakları vardı. Bir yandan dikiş dikilirken bir yandan da annem onlara masallar anlatırdı. 1995 yılında ben bir masal kitabı yazdım. Daha doğrusu annemden dinlediğim bir masalı düzenleyip yazdım. Masal Masal İçinde. Bu kitap inanılmaz bir etki yarattı. Pek çok özel ilköğretim okulunda ve özel kolejlerde yardımcı ders kitabı olarak okutuluyor. Ne zaman gitsem öğretmenler “Ne olur bize bir tane daha yazın” diyor. Benim de kafamda hep vardı, yine annemin anlattığı masallardan birini kendime göre değiştirerek yazmaya başladım, o sırada Rüzgar adında bir erkek torunum oldu. Kitabımdaki kahramanın ismini de Rüzgar yaptık. Kitap aslında şunu anlatıyor; günümüzde hem dünyada hem ülkemizde insanlar ne yazık ki kültürleri, etnik orijinleri, dini inançları, yaklaşımları farklı olduğu için birbirlerini dışlıyorlar. Bir arada yaşamak yerine birbirini düşman gibi görmek eğilimi var. Masalımız da insan kızı Su ile büyücünün oğlu Rüzgar’ın  aşkını anlatıyor. Su ile Rüzgar ne büyücülere yaranabiliyorlar, ne de insanlara. Onlar da olmayan ülkeye gidiyorlar. Çünkü umut, olmayan ülkede. Çünkü umut olmayan kültürde. Aslında ben bunu anlatmak, çocuklara da bunu söylemek lazım. Olmayan Ülke ‘yi 7’den 70’e her yaştan çocuk okuyabilir. Binbir Gece Masalları gibi. Bu, beni çok mutlu eden bir kitap oldu.
Masal yazmak lazım
Masal yazmaya devam etmek istiyorum. Çünkü klişe bir laftır ama, doğrudur; Bu ülkenin de dünyanın da geleceği çocuklar. Ve o çocukları bugün sadece televizyona ve bilgisayara mahkum etmek doğru bir şey değil. Onlara kültürel beslenme açısından başka kaynaklar da sunmak lazım. O zaman bizim gibi yazarların büyüklere olduğu kadar çocuklara da yönelik bir şeyler yapması gerek. Özellikle torunum olduktan sonra o duyguyu yeniden hissettim. Her çocuk bir umut. O umudu besleyecek olan da biz büyüklerin yaşamıdır. Bizim doğrularımızı ve yanlışlarımızı görecekler ve bizden daha iyi bir hayat kuracaklar. Onun için masal yazmak lazım, bu işi ciddiye almak lazım.
Şu anda Şems cinayetini araştırıyorum
Mevlana’nın yakın dostu, büyük aşkı olan Şems 700 küsur yıl önce Konya’da öldürülür. Bir gün kapı çalınır, Şems’i dışarı çağırırlar. Şems çıkar ve bir daha kendisinden haber alınamaz. Bilinen bilgi budur. Bu konu çok ilgimi çekti ve bu cinayeti eksen alan bir roman yazmaya karar verdim. Bu adamlar Şems’i neden öldürmek istemişler? Şems nereye gitmiş? Şems’in Mevlana’yla ilişkisi nedir? 1.5 yıldır arada bir Konya’ya da giderek bunun araştırmasını yapıyorum.
 
Mutlu olduğum kitaplar bana başarıyı ve kariyeri getirdi
Bir yazarın ulaşmaya çalıştığı şey başarı olmamalıdır. Mutluluk olmalıdır. Başarı dediğimiz şey aslında mutluluğumuzu oluşturan dallardan biridir. Ama bazen başarı için mutluluğumuzdan vazgeçtiğimiz olur. Bence bu tam bir felaket. Şems’in cinayetiyle ilgili romanım için 15 gün önce Konya’ya gittim. Her yer kar içindeydi. Mevlana türbesine 50 metre yakınlıkta bir otelde kaldım. Gece yarısı çıkıp Konya sokaklarında dolaştım. İnanılmaz bir ruh halim vardı. Muhteşem duygular hissettim. O kitabı yazmak için o kitapta yer alan kahramanlar gibi hissetmem gerekiyor. İşte bence mutluluk bu. Bunu hissedersem ve peşinden gidersem başarı da gelecektir. Kariyer de peşinden gelir. Hep inandığım ve mutlu olduğum kitapları yazdım. Bu kitaplar da bana başarıyı ve iyi bir kariyeri getirdi.
 
Polisiye metin yazmaktan daha fazla keyif alıyorum
Ben kendimi herhangi bir türle sınırlamıyorum. Kendimi polisiye yazarı, felsefe yapan, masalcı, denemeci olan biri olarak görmüyorum. Ben bir edebiyatçıyım. İyi roman yazarım. Önemli olan konuyu bulmak. O konu benim için enteresan olmalı. Ama itiraf etmek gerekirse polisiye metin yazmaktan daha fazla keyif alıyorum. Çok eğlenceli oluyor. Yazarken sıkılmıyorum. Ben çok sıkılan bir adamım. Polisiye bu sıkıntıdan insanı kurtaran bir tür. Kitabın içindeki katiller, kurbanlar, polislerin hepsi siz oluyorsunuz. Heyecanlı oluyor.
Ben de tıpkı bir işçi gibi çalışıyorum
Ben mutlaka her sabah yazmak düşüncesiyle kalkarım. Yazmaya da çalışırım. Bazen yazamam. Ekstra bir şey olmazsa muhakkak Beyoğlu’ndaki ofisime gelip çalışırım. Bir işçi gibi. Kitap öncesinde büyük bir araştırma yaparım. Her şey bittikten sonra 15-20 tane çok güvendiğim arkadaşıma yazdıklarımı okuturum. Onlar da eleştirilerini söylerler. Katıldıklarımı değiştiririm. Katılmadıklarım kalır. En son olarak da uzanırım Romalılar gibi divana. Bir kişi okur kitabı. Değiştirilecek bir yer varsa not aldırırım. Ondan sonra kitap çıkar.
 
Yazdığım sırada aslında romanın içerisindeyim
Ben yazarken görürüm. Her şey canlanır ve yaşamaya başlarım. Yazdığım sırada ben romanın içerisindeyimdir. Hem mekanı, hem zamanı, hem de karakterlerimin ruh halini hissederim. Dolayısıyla yazdığım şeyde bir görsellik oluşturur. Ben yazarken gördüğüm için okur da görmeye başlar. Birçok hikayem beyaz cama ve beyaz perdeye aktarıldı. Sinema ya da dizi başka bir alandır, edebiyat değildir, dolayısıyla bunu yapan arkadaş benim sözcüklerle anlattığım hikayeyi görüntülerle anlatmaktadır. Onları çok yargılamak istemem. Ama birebir yazdığım metnin ve sözcüklerin oraya aktarılması imkansız. O nedenle toleranslı yaklaşırım onlara. Beni mutlu eden yazdığım hikayenin özüne uygun davranmaları, aklımdakine benzer olmasıdır.
Yazmak aslında tam anlamıyla bir ruh göçü
Yazmak, öyle bir şey ki bir yaşam tarzı demek daha doğru. Çok mutluluk veren bir şey. Tanınan bir yazarım, insanlar beni yolda görünce elimi sıkarak teşekkür ederler. Türkiye’de hayatını kitaplarla uğraşarak geçiren ve bundan para kazanabilen sayılı yazarlardan biriyim. Saygın bir iş yapıyorum. Ama asıl beni mutlu eden şey: bir tane hayatımız var bizim, bir formda yaşıyoruz. Ben Ahmet Ümit, erkek olarak dünyaya geldim, Türkiye’de yaşıyorum mesela. Ama yazarken bütün bunların dışına çıkabiliyorsunuz. Kadın, çocuk, yaşlı olabiliyorsunuz. Çiçek, kuş, balık olabiliyorsunuz. Yaşamadığınız hayatları yaşama şansı buluyorsunuz. Ruh göçünü sağlamış oluyorsunuz. Bu inanılmaz bir deneyim. Bir hayat içerisinde onlarca hayat yaşama şansını sana veren bir şeydir yazar olmak.
50 yaşımdan sonra film çekeceğim
Ben kendime 50 yaşımdan sonra bir film çekmeliyim diye bir hedef koydum. Şimdi 48 yaşındayım. Sinemacı değilim ama film çekebileceğime inanıyorum. Bir romanımı filme çekebilirim. Belki de daha iyi çekerim. Çünkü ben gördüğümü kağıda döküyorum. Tek sorun sinemanın yüksek maliyetli bir iş olması.  
Ahmet Ümit’in Eserleri
Sokağın Zulası (1989)
Çıplak Ayaklıydı Gece (1992)
Bir Ses Böler Geceyi (1994)
Masal Masal İçinde (1995)
Sis ve Gece (1996)
Agatha’nın Anahtarı (1999)
Kar Kokusu (1998)
Patasana (2000)
Şeytan Ayrıntıda Gizlidir (2002)
Kukla (2002)
Beyoğlu Rapsodisi (2003)
Aşk Köpekliktir (2004)
Başkomser Nevzat, Çiçekçinin Ölümü (2005)
Kavim (2006)
Ninatta’nın Bileziği (2006)
Başkomser Nevzat Tapınak Fahişesi (2007)
İnsan Ruhunun Haritası (2007)
Olmayan Ülke (2008)