Başarılı müzisyen Anjelika Akbar, bir aylığına geldiği Türkiye’den son 21 yıldır ayrılamıyor. O artık hem müziğiyle ruhumuzu dinlendiriyor hem de içimizden biri olarak bizi bize anlatıyor
Bir dahi çocuk olarak Rusya’da başladığı müzik yolculuğunu Türkiye’ye ve İstanbul’a duyduğu aşkla bu topraklara taşıyan Anjelika Akbar için piyano çalmak nefes almak kadar olağan.
Daha 4 yaşındayken beste yapan Anjelika Akbar, Rusya’da üstün yetenekli çocukların eğitildiği Uspensky Devlet Müzik Okulu’nda en iyi öğrenciler arasında yer aldı. Akbar’ı Türkiye’yle tanıştıran ise bir Unesco projesi. 1990 yılında Türkiye’ye gelen Akbar, oğlunun doğumunun ardından Türkiye’yi evi kabul etti ve bir süre sonra da Türk vatandaşlığına geçti. Türkiye’de Erkan Oğur’dan Nilüfer’e kadar birçok önemli isimle konserler veren Akbar, piyanosuyla ülkenin birçok bölgesini gezerek klasik müziğin aracılığıyla gönlündekileri Türk insanıyla paylaştı ve paylaşmaya devam ediyor. Rusça yazdığı hikaye kitaplarını da dilimize çeviren Akbar,  albümleri ve kitaplarıyla geniş bir hayran kitlesine sahip. Anjelika Akbar’la müzikle tanışmasını, Türkiye’yi ve Türk insanıyla olan bağını konuştuk.
Çok küçük yaşlarda müzikle tanışmışsınız. Müzikle ilk buluşmanız, yeteneğinizin ilk keşfedildiği zamanları anlatır mısınız?
Bana hep şu soru soruluyor: Niye piyanoyu seçtiniz? Ben piyanoyu seçmedim. Piyano, doğduğum zamandan itibaren ilk tanıştığım objelerden biridir. Anne ve babamdan sonra piyanoyla tanıştım. Onlar benim müziğe karşı aşırı canlı reaksiyonlarımı ve olumlu tepkilerimi daha birkaç aylıkken duymuşlar ve görmüşler. Sonra da hemen piyanoyu karyolamın yanına yaklaştırmışlar. Dolayısıyla ilk dokunduğum şeylerden biri piyanoydu. Yürümeyi bilmeden piyanoda nerde yüksek seslerin, kalın seslerin orta seslerin olduğunu biliyordum. Ve çok küçükten itibaren sürekli tuşlara bastığım için de parmaklarım çok güçlendi. Daha sonra da gördüğüm her şeyi müzik yoluyla anlatmaya başladım. Gördüğüm her şeye “Şimdi tavşanları çalacağım, şimdi gökyüzünü çalacağım” diyordum. Her şeyi doğaçlama şeklinde birbirine tercüme etmeye başladım. Konuşmayı öğrenmek gibi piyanoyu öğrenmek de benim için doğal bir süreçti.  Müzik sizin için nedir, diyorlar. Nefes diyorum. O kadar… Ve de aşk tabi ki…

 

Ailenizde anne ve babanız önemli müzisyenler. Genetik olarak aktarılanlar sizce ne kadar önemli? Elbette genetik olarak avantajlarım var. Ben öyle düşünüyorum. Ancak bunun yanında anne ve babanın fark etmesi de çok önemli. Onlar hiç fark etmeyebilirdi. Üstelik çok yoğun insanlardı. Onlar bendeki bu kıvılcımı, benim bu talebimi görüp üzerine gittiler ve bana yol açtılar. Sonrasında süreç öyle gelişti ki 2,5 yaşındayken nota biliyordum, 4,5 yaşındayken artık ciddi besteler yapmaya başlamıştım. Ciddi dediğim besteler, öyle çaldım unuttum değil, tamamen oluşturulmuş ve yapısı olan eserlerdi. Sonra Rusya’daki harika çocuklar okuluna kabul edildim. Müzik doktorasına kadar hayatım hep müzikle geçti. Ancak halen kendimi her zaman öğrenci gibi hissetmeye devam ediyorum. Çünkü müzik sonsuz…

 

TÜRKİYE’Yİ EVİ OLARAK GÖRÜYOR 

 

Türkiye’ye gelişiniz nasıl oldu? Rusya’da eski eşimle birlikte Unesco için uluslararası bir film projesinde çalışıyorduk. Ben Unesco temsilcisiydim, eski eşim de senaryo yazarıydı. Birkaç ülke gezmiştik, sıra Türkiye’ye geldiğinde ise ben 8 aylık hamileydim ve doktorlar uçuşu yasakladı. Oğlum böylece İstanbul’da doğdu. O sırada hiç Türkçe bilmediğim halde birçok Türk arkadaşım ülkeyi o kadar güzel bir biçimde temsil ettiler ki ben Türkiye’ye aşık oldum. Önceleri oğlum doğduktan sonra birkaç ay kalırız diye düşünüyorduk ama bir gün televizyonda Rusya’nın dağılışını gördük. O şoku tarif etmek çok zor. O yüzden o dönemde Rusya’ya dönmek gibi bir şey söz konusu değildi. Ama baktım ki birkaç ay sonra burası zaten benim evim olmuş.

 

Türkiye’de ve özellikle İstanbul’da sizi en çok etkileyen neydi?
İstanbul bana masaldan çıkmış bir şehir gibi geldi. Uyumsuzluklar vardı ama o uyumsuzlukların garip bir uyumu vardı. O uyumsuzluklar beni gerçekten çarptı. Karşıtlar birliği kanununun kendisi gibi bir şehirdi. Ve İstanbul’un sesleri benim için önemli oldu. Çünkü hiç duymadığım sesler vardı. Diğer yandan sisli manzaralarda gemiler, boğaz, sokak satıcılarının sesleri, vapur sesleri, martıların sesleri… Hepsinde çok garip bir müzik vardı sanki. Türk müziği ve ezan sesi beni çok etkilemişti. Ezan sesini duyduğumda donup kalmıştım. Tüm bunların yanında beni burada etkileyen başka bir şey de Türk insanlarının maneviyatı oldu. Onlar bunun farkında olsalar da olmasalar da çok büyük derinlikleri var ve bunu yitirmediler. Her ne kadar yitirdiklerini düşünseler de… Ben İçimdeki Türkiyem kitabımın başında dedim ki; Ben sizlere sizleri sevdirmeye çalışıyorum. Çünkü dışarıdan daha iyi görünüyor.

 

Klasik müziğin çocuklar için önemli olduğunu vurguluyorsunuz, klasik müzik çocuklar için neden önemlidir?
Klasik müziğin şifa gücü olan bir müzik olduğu kanıtlandı, müziğin çocuğun beyin oluşumu için önemli olduğu ortaya çıktı. Klasik müzik, çocukta yaratıcılık ve özgürlük hissini geliştirecek niteliklere sahip bir müziktir. Ayrıca piyano çalmak beyinin her iki tarafını bir anda çalıştıran bir uğraş, bu da bir çocuk için her iki tarafı birden geliştirmek anlamına geliyor. Küçük oğlum Timur hamileliğimden bu yana klasik müzikle iç içeydi. Benimle birlikte onlarca konsere çıktı. Karnımda hareket etmeye başladığı dönemlerde piyano çalmaya başladığım anda dururdu. Ona hamileyken Bach’ın Re Minör Konçertosu’nu çalışıyordum bir konser için ve Timur’u da bu müziğin eşliğinde dünyaya getirdim. Sonra ağlayınca ya da yemek yemeyince bu müziğin kaydını koyduğumuzda susmaya başladığını gördük. Sihir gibiydi. Emzik görevi görüyordu. Hamilere tavsiye ediyorum. Anne babalar 3-4 yaşındayken çocuklarının müziğe yetenekli olup olmadığını fark edebilir. Çocuğun çalan şarkıları tekrar etmesi, onları hemen hafızaya alması gibi yatkınlıklarını takip etmek gerekiyor.
ÇOCUKLUĞUNDAN BERİ YAZIYOR 

 

Kitaplarınız da var, kitap yazma fikri nasıl oluştu?
Bu konu aslında hiç aklıma gelmedi ve hiç de planlamadım. Hep yazıyordum, hep de yazmayı seviyordum. 10 yaşındayken kendi kendime hikayeler yazmaya, 14 yaşındayken ise şiir yazmaya başladım. Ama onlar hep bir köşede duruyordu. UNECO için Hindistan’dayken bir gece rüyamda uçan, konuşan, mavi gözlü, beyaz renkli bir köpek yavrusu gördüm. Adı da Baaşa’ydı. Bu rüyanın ardından 12 tane hikaye yazdım. Ama o el yazısıyla yazılmış hikayeler benimle oradan oraya geziyordu. Çocuk kitabı yazacağım diye hiç düşünmemiştim. Fransa’da nota kitabım yayınlandığında Rusyalı bir yayıncıyla tanıştım. Ona hikayelerimden bahsettim. Çok ilgilendi ve “biz bunu basıyoruz” dedi. Önce Rusça basıldı, sonra Türkiye’den çok istek geldi ve Türkçe de bastık. Türkçe tercümesini kendim yaptım. Eşim de bana yardımcı oldu. Çünkü kitap çok naif bir dille anlatıldı ve ben bazen Türkçe’deki o naif karşılıkları bulmakta zorlanıyordum. Eşim bana çok Türkçe karşılıklarını bulmam konusunda çok yardımcı oldu.
En çok dikkat çeken kitabınız İçimdeki Türkiyem. O kitabı yazma süreciniz nasıl gelişti?
İçimdeki Türkiyem kitabı buraya gelişimin ilk dakikalarından itibaren yaşadıklarımı anlatıyor. O zamandan itibaren notlar almaya başladım. Benim için hazırlık dönemi oldu ve geçen yıl yayınladık. Gelen tepkiler o kadar güzel ki, bazen beni ağlatıyorlar. Çok duygulanıyorum. Kitapta bir edebiyat kaygım olmadığı için okuyuculara anlattıklarım çok samimi ve çok sıcak geldi. Kitapta Türkiye’de sevdiğim şeyleri anlattığım gibi, üzüntülerimi, basınla ilişkilerimi, konserlerde yaşadıklarımı, Twitter’da yazdıklarımı, klasik müziği, kısacası hayatımdaki her şeyi anlattım. O nedenle de bence bir yanıyla her insana dokundu. Kitabın film olmasını istiyorum ve ben oynamak istiyorum.

 

Yazıların ve müziğin arasında size hissettirdikleri arasında ne farklar var?
Yazı ve müzik aslında birbirinden çok farklı değil. Birinde ses var diğerinde müzik. İkisi de Kelam’dır. Sadece yazı daha net ve somuttur, müzik ise daha soyuttur. İkisinde de anlaşılmak istenir. Sadece müzik kendini daha soyut anlatır. İkisini de çok ayırt etmiyorum. Elbette müzikte kendimi daha hızlı ve rahat ifade edebiliyorum. Öte yandan Twitter’da yazdığım küçük cümle bile hoşuma gidiyor. Türkçe yazmayı denemek, düşünce geliştirmek için güzel bir alan olarak görüyorum orayı.
“ANADOLU MÜZİĞİ ÇOK ZENGİN VE DERİN”
Yakın zamanda yeni kitap ve albüm projeleriniz var mı?
Yeni iki kitap projem var. Bir tanesi müzik ve mutfak üzerine olacak. Annemle birlikte yazdık. Şimdi yayınevi görüşmelerini yapıyorum. Ailemizde çok çeşitli bir mutfak kültürü var. Bu kültür Hint yemeğinden İtalyan yemeğine kadar uzanıyor. Ve ikimizde bu konuda çok iddialıyız. Mutfakta Özbek yemeği yaparken bir yandan Özbek müziği geçiyor kulağımızdan ya da Fransız yemeği yaparken bir şanson duyabilirim içimde. Kitapta her bir tarifin yanına bir müzik koyacağım. Ayrıca elbette konserlerim devam ediyor. Onun dışında yakın zamanda “Beni Unutma” filminin müziklerini yaptım. “Üç Cemre” isimli bir albüm projem var, onu tamamlamayı planlıyorum. Üç Cemre kavramı beni her zaman heyecanlandırmıştır. Albümde vokal olacak ancak sözler olmayacak. Bir de ilahiler ve türkülerle albüm yapmak istiyorum. Ama bunun için ilahiye hazır olmak istiyorum. O nedenle ne zaman biteceğini bilmiyorum.

 

Türk müziğini ve Anadolu müziğini nasıl buluyorsunuz? Türkiye’de bazı ilahileri, türküleri ve Karadeniz müziğini çok seviyorum. Enstrümanlardan Bendir’i, Ney’i ve Kopuz’u çok seviyorum. Anadolu müziği çok zengin ve derin müzik. Bu kültürün ne kadar derin olduğunu Türkler bile bilmiyor. Çünkü otomatiğe bağlanmış bir şekilde seslendiriliyor. Oysa o müziğin içindeki maneviyat o kadar derin ki… Ben yabancı bir kulakla dinlediğim için fark edilmeyen şeyleri fark edebiliyorum.

 

Oğullarınızla nasıl vakit geçiriyorsunuz?
İki çocuğumun yaşları çok farklı olduğu için geçirdiğim vakitler de farklı oluyor. Büyüğü Yürek sinema, pizza seviyor, ona katılıyorum. Maç seviyor, ona katılmıyorum. Şu anda 21 yaşında ve video- fotoğraf okuyor. Yurt dışına Erasmus’la gitti. Son klibimi oğlum çekti, ben senaryosunu yazdım (Astor Piazzolla – Anjelika Akbar “Libertango-İstanbul). Çok önemli yönetmenlerden tebrik telefonları aldık. Küçüğü  Timur ile ise parka gidiyoruz, onu sosyal mekanlara alıştırmaya çalışıyorum. Timur 3,5 yaşında ve nota biliyor. Çello dersi alıyor. Piyanoyu çok seviyor, her gece Bach’la uyuyor. Geçenlerde bir konser salonunda çalmak istedi ve çıktı herkesin içinde 4 parmak bir şeyler çalmaya çalıştı. Bunun yerine: Geçenlerde benim konserimde de piyano çalmak istedi, konser salonunda sahneye çıktı ve benimle dört el bir şeyler çalmaya çalıştı, doğaçlama olarak. Medeni cesareti çok yüksek.