“Petrol krizi sırasında Stanford Üniversitesi’nden Türkiye’ye döndüm”

Esas eğitim konum makine mühendisliği, doktoramı aerodinamik üzerine Londra Üniversitesi’nde yaptım. Daha sonra şimdiki Boğaziçi Üniversitesi olan Robert Kolej mühendislik Mektebi’nde başladım. Araştırmalarım daha çok akışkanlar dinamiği üzerineydi ve Stanford Üniversitesi’nden bir davet alarak orada misafir profesör olarak Makine Fakültesi’nde ders verdim. Stanford muhteşem bir üniversitedir, sadece eğitim açısından değil, kampusü yaşantısı da olağanüstüdür. Yaşam orada çok hoştu. Ama gerek kariyerimi gerekse ülkemizi, hatta tüm dünyayı etkileyen bir olay oldu 73 yılının Ekim ayında: 2. Arap – İsrail Savaşı. Bir hafta içinde Arapların mağlubiyetiyle sonuçlandı ve Arap ülkelerinin başını çektiği OPEC, İsrail’i destekleyen tüm ülkelere, başta ABD olmak üzere ambargo başlattı ve petrolün fiyatını 3 katına çıkardı. 3 dolar olan petrolün varili, 12 dolar oldu. Çok büyük bir etki yarattı ve bu çarpıcı gelişme karşısında ben de enerjiyle ilgilenmeye başladım. “Uluslararası enerji piyasaları nasıl gelişiyor ve bu Türkiye’yi nasıl etkiler” sorusu üzerine çalışmaya başladım ve Kasım ayında hemen Türkiye’ye kesin dönüş yaptım.

“Türkiye’nin ilk enerji optimizasyonu projesini hazırladım”

Petrol fiyatlarının durumuyla Türkiye’nin ekonomik olarak çökeceğini savunduğum bir projeyi Enerji Bakanlığı’na götürdüm. Fakat o dönemde işçe dövizleri Türkiye’nin döviz ihtiyacını fazlasıyla karşıladığı için kimse fazla umursamadı. İhracattan daha fazla işçi dövizi geliyordu ve biz petrol fiyatının yükselmesini önemsemedik. Fakat ben çalışmalarımı tamamen bu alana yönlendirdim. Enerji piyasaları, ülkelerin enerji planlamaları gibi konularda çalıştım. Aklımdaki proje şuydu: Türkiye’nin mutlaka bir enerji planlama modeline sahip olması ve enerji kullanımını optimize etmesi. Bunu daha net olarak şöyle anlatabiliriz: çok çaşıtlı enerji kaynakları kullanılıyor: hidrolik, kömür, linyit, odun… Ama en çok kullanılan petroldü ve fiyattaki artış bütün bu düzeni alt üst etti. Yeni konuma göre yeni bir denge kurmak, enerji kullanımını optimize etmesi gerekiyordu. Epey uğraşlar sonunda nihayet Türkiye Enerji Milli Komitesi kuruldu. Ve ilk konu buydu. Hemen bir optimizasyon ihalesi açtılar ve ekibimle ben bu ihaleyi kazandık. İki sene boyunca çok yoğun bir şekilde, devlet kuruluşlarından da 12 kişinin katılımıyla 30 kişilik bir kadroyla bütün enerji envanterini, gelecek senaryolarıyla 25 senelik bir plan hazırladık. 77 yılında Türkiye’nin resmi raporu olarak Dünya Enerji Kongresi’ne sunduk. Bunun sonucunda iki şey oldu: Bu çalışmadan dolayı ben uluslararası literatüre girdim. Dünyada ilk kez yapılan çalışmaydı, bütün kaynakları optimize eden matematiksel bir modeldi. İkincisi, Türkiye bunu umursamadı ve eski düzende gitti ve gerçekten de öngördüğüm şekilde ekonomi giderek çöküşe geçti ve o dönemde bir karar verdim ve daha da agresif bir şekilde kalarak ekonomiyle ilgilenmeye başladım. Konuyu enerjiden ekonomiye dönüştürdüm.

“Enerji planını uygulanmayışı ekonominin çökmesine neden oldu”

79 yılında ekonomi neredeyse çökmüştü ve o dönemde bir enerji paneli kuruldu. Herkes Türkiye’nin enerji konusunda bir atılım yapması gerektiğini savunurken ben de tam tersine, artık enerjiyi bırakıp ekonomisini kurtarması, ihracat yapması gerektiğini savundum. Dövizi öyle kazanması, sonra enerjiyi sağlaması gibi bir tezim vardı. Sayısını hatırlamadığım kadar bu konuda yayın, konferans yaptım fakat kimse dinlemedi ve 79 senesinin sonunda Türkiye ekonomisi iflas etti, hükümet de havluyu attı. 24 Ocak kararları verildi, ekonomiyi tamamen serbestleştirme konusunda. Bu olaylar bende aynı anda iki his uyandırdı. Biri muazzam bir mutsuzluk çünkü Türkiye dünyanın potansiyeli yüksek ülkelerinden biridir ama bu kadar kötü yönetiliyor olması muazzam mutsuz ediyor. Potansiyeli, neler olabileceğini görüyorsunuz ama onun tam tersini yaşıyorsunuz. İkinci his de beni daha da agresif yapıyor. Daha fazla gayrete geliyorum, daha fazla çabalayıp bir şeyler yapmak istiyorum. Bu güdü oluşuyor bende. Hükümetin yanı sıra sanayi odalarını, iş dünyasını, akademik çevreleri hep uyardık, bu konuda sayısız çalışmalar yaptık. İktisadi modeller geliştirdik ve hatta orada da bir çelişki; Berkeley’e iktisat profesörü olarak davet edildim ve gittim. Hatta orada da yine bir ilki başardım ve ekonominin 5yıllık simülasyonunu super computer üzerinde gerçekleştirdim. Ama işin ilginç tarafı, Türkiye bunları uygulamıyordu. İngiltere’den, Amerika’dan Avusturya’dan hatta Hindistan’dan konferans teklifleri geldi. Bu konuda yüzlerce bilimsel yayınım var.

“Toplu Konut Projesi büyük başarı kazandı”

Tekrar Türkiye’ye döndüm ve döndükten kısa bir süre sonra bir teklif aldım. İstanbul Sanayi Odası bana bir teklif getirdi; hükümetimiz ekonomik kalkınma için bir proje istiyor diye. Hemen kabul ettim. Çok kısa bir sürede isteniyordu ama biz hazırlıklıydık. Üç ay içinde fevkalade kapsamlı bir proje teklif ettik hükümete. Sanayi Odası 5000 adet bastı bu raporu. Zaten var olan konut açığını hem kapamak hem de inşaat sektörünü, inşaat malzemelerini ve bağlı bütün yan sektörleri canlandıracak bir atılım projesiydi bu. Adı Toplu Konut Projesi’ydi. İnanılmaz bir şekilde bu proje birkaç ay içinde mevzuata dönüştü. Özal iktidara gelmişti ve bunu yasalaştırdı. Toplu konut fonu oluşturuldu, anormal bir hızla imar mevzuatı, bankaların yapısı değiştirildi. Ve o proje muazzam bir dönüşüme yol açtı diyebilirim. Rakamlarla verecek olursak; yılda 150 bin yapılan konut sayısı, üç sene içinde 600 binlere çıktı. Toplu Konut fonu ile otoyollar, barajlar bile yapıldı. Muazzam bir döner sermaye oluştu. Türkiye’nin milli gelirinde yüzde 3’lük bir yükselişe de yol açtı. İlk 8 yılda sadece o projeden yaratılan katma değer, 45 milyar dolardı. Bu beni çok mutlu etti ve dünyada Türkiye demir çelik ihracatı, cam, seramik, ev tekstili ve vitrifiye malzemeleri konusunda ilk üçe girdi. Bugün bu sektörlerin hala ileride olduklarını görüyoruz.

“Şirketlerle bire bir kalite üzerine çalıştım”

Daha sonraki yıllarda Şişecam’dan bir teklif aldım, orada Sistemli Dönüşüm Projesi’ni yönetmek üzere. O proje üzerinde 7 yıl çalıştım. Tam o dönemlerde Türkiye politikaları küresel açılma sürecine girmişti. En önemli konu ihracatı artırmak, Türk mallarının kalitesini yükseltmekti. Toplam kalite çalışmalarını Şişecam’da başlattım ve ardından bunu birçok kuruluşta daha uyguladım. O da bir makro projeydi. 90 yılında Mehmet Sabuncu’yla birlikte Kalite Derneği KalDer’i kurduk. Sonraki yıllarda özel sektörle çok ilgilendim, tepe yönetici olarak görev yaptım. Ama asıl yaptığım iş, yönetimin dönüşümüydü. Buna bir tür uygulayıcı danışmanlık diyebilirsiniz.

“Rekabet ve bilişim üzerine projeler sürüyor”

İki projem daha var; bir tanesi 2000 yılında TÜSİAD sponsorluğunda yaptığımız Türkiye’nin 21. yüzyılda rekabet stratejileri isimli bir projeydi. 21. yüzyılda öne çıkacak olan konu bilişimdir dedik. Tabii sadece bilişim değil, bütün sanayi yapılanması bir strateji içinde yönetilmesi konusu önemli. Daha sonra 2003’te bunu TÜBİSAK yaptı ve net bir proje olarak Türkiye’nin gündemine taşıdık, hükümet hemen o yıl gündemine aldı ve 4 bakandan bir icra kurulu oluşturdu. Bu proje de bir yandan yürüyor. Projenin bir kısmı hayata geçti. Birçok iş artık nternet üzerinden yapılıyor, elektr imza kabul edildi ama kapsamlı teşvikler henüz gelmedi. Bunun çok somut bir şeklinde teşvik edilmesi ve hayata geçirilmesi gerekiyor. Böyle bir irade oluştu.

“Türkiye’nin kalkınma için küreselleşmeye ihtiyacı var”

Türkiye’nin 30 yıllık bir perspektifini sundum size. Burada gördüğümüz bir şey var; Türkiye’nin kalkınması için iki şeyin aynı anda olması gerekiyor: Birincisi şirketlerin kalkınması çünkü artık küreselleşme sonucunda birleşik kaplara geçildi. Birleşik kaplar şu demek: bir şirketin artık yerel anlamda başarılı olması yetmiyor. Çünkü rekabet içine giriyorsunuz ve başka pazarlar bulmanız gerekiyor. İkincisi de Türkiye ekonomisi birkaç kez çöktü, şu anda Türkiye’nin üzerinde çok büyük bir külfet var ve kamunun sırtında kamu borçları diye büyük bir kambur var. Bu borçları sildirmek için devletin de paraya ihtiyacı var. Devlet nereden gelir sağlayacak? Şirketlerin kar edip vergi ödemesiyle. Bu 30 yıllık süreç içinde daha sonra Kavrakoğlu Danışmanlık şirketini kurarak şirketlere danışmanlık yaptık. 200’ün üzerinde şirket.

“Şimdiki sloganım: Şirketler öncülüğünde ekonomik kalkınma!”

Şirketler küresel rekabette başarılı olmalı ki Türkiye kalkınsın, çocuklarımız eiğitilebilrxsin, ulusam güvenliğimiz sağlansın. Bunların hepsi tehdit altında. Bugün eğitime kaynak bulamıyoruz. 8 yılı zar zor beceriyoruz ki bunun 12 yıl olması gerek. İkinci bir husus, Türkiye çok belalı bir bölgede yaşıyor, milli savunmasına yatırım yapması gerekir. Üçüncü bir şey, ülke içinde de güvenliği sağlamayız. Özal’dan bu yana 1 kilometre yol eklenmedi, telekomünikasyon sektörümüzün hızlı bir kalkınmaya ihtiyacı var. Saymklar bitmeyecek kadar açık alan var, yatırım yapılmıyor. Oysa ki devlet yatırımı neredeyse kesmiş durumda. Özel sektör yatırımları da istenen hızda değil.

“Şirket başarısında en önemli husus yöneticidir”

Şirket başarısında en önemli husus nedir konusuna gelmek istiyorum: İnsan. Bulundukları alan önemlidir, ülke içindeki kaynaklar önemlidir vs… Ama bunların en önemlisi insan faktörüdür. Tabii ki şirket içinde her kademeden insan vardır, en önemli kişi de o şirketi yöneten kişidir. Kaynaklar ne olursa olsun, yöneticini performansının o şirket üzerindeki etkisi büyüktür. Çok kıt kaynakları olan bir ülkede bile örneğin Singapur, Japonya, Tayvan, üstün yönetici çabalarıyla bu ülkeler kalkınabilir.

“21.yüzyılın bireyleri büyük resmi görebilmeli”

Nasıl küresel ortama geçiş şirketleri olağanüstü bir rekabet ortamının içine attıysa, bireyleri de aynı ortamın içine attı. Artık üniversite mezunu olmak yetmiyor. Hangi uzmanlığın var sorusuna yanıt aranması gerekiyor. Kariyerine yeni başlayacaklara şunu öneriyorum: Yaratıcılığa önem versinler. Rutin birtakım bilgileri bilip sıradan bir meslek sahibi olmak iyi değil, çünkü onlardan çok var. Mühendis, muhasebeci, pazarlamacı.. Hepsinin belirli bir uzmanlığı var ancak vasat bir bilgi beceriyse bu uzmanlık, yeterli olmuyor. Kaldı ki biri iş buldu, çalışmaya başladı. Orada başarılı olması için iki boyuta önem vermek gerekiyor. Biri, yeni fikirler üretmek yani yaratıcılık. İlham alınacak çok kaynak var. Sanattan, iş dünyasından, bilim ve teknolojiden ilham alınabilir. Örneğin el sanatlarından ilham alıp deri işine girmiş birini tanıyorum, şimdi dünya çapında bir şirkete sahip oldu. İnternet dünyesı bilişim… İnternet üzerinden satış, tanıtım, müşteri ilişkileri… O kadar çok şey bilişimle ilgili hale geldi ki… Örneğin sanatla bilişimi birleştirmenin çok zor olmadığını düşünüyorum.

İkinci konu, kişisel olarak yönetsel becerilerin geliştirilmesi. Eskiden bir kişi bir işletmenin sadece bir yönünü bilerek son derece başarılı olabiliyordu. Diyelim sadece satış ya da muhasebe… Fakat şimdi o bilgi şirketin diğer fonksiyonlarıyla bütünleşmiyor ise bir anlamı kalmıyor. Bir insan satış yapıyorsa bile pazarlamadan, finanstan ve tanıtımdan anlaması gerekiyor. Çünkü müşteriye bir finans sistemi de oluşturulması gerekiyor. Sattığı aygıt, ürün neyse bunun tekniğini bilmesi gerekiyor.

“Yöneticinin başarısı çalışanına büyük resmi gösterebilmesinde yatıyor”

Yöneticinin sadece kendisini bütünü görmesi yetmiyor, bütün çalışanlarına da bunu göstermesi gerekiyor. Örneğin geçen yüzyılın en başarılı yöneticisi, General Elektrik’in Başkanı Jack Welch idi. En fazla zaman harcadığı konu, yöneticilerin bu şekilde bakmasını sağlamaktı. Vaktinin dörtte üçünü çalışanlarını eğitmekle harcıyordu. Coaching de diyebilirsiniz ama o buna farklı bir isim vermişti; workout yani egzersiz diyordu. 60 yöneticiyle bir araya geliyor, çok agresif bir şekilde, onlara meydan okurcasına onları farklı düşünmeye, yaratıcı düşünmeye ve bütünü görmeye sevk ediyordu. Bütünü göremeyenleri de acımasızca eliyordu. Emekli olacağı zaman sormuşlar, gözünüz arkada kalıyor mu diye, o da benim kadar iyi yönetebilecek en az 15 kişi yetiştirdim, gözüm arkada değil yanıtını vermiş. Gerçekten de arkasından gelen Himmelt’e baktığımızda onun da çok başarılı olduğu herkes tarafından kabul ediliyor. Demek ki söylediklerinde haklı.

“MBA Club Projesiyle Çin’e bilgi ihraç edeceğiz”

30 yıldır yaptığımız danışmanlık çalışmaları bize şunu gösteriyor: Türkiye’de yönetim kompetansı çok düşük Biz de o yüzden etkili bir yönetici geliştirme programı oluşturduk; MBA Club gerek Türkiye’de gerek yurt dışında bayağı kabul gördü. Çin’den Latin Amerika’ya kadar geniş bir yelpazeden talepler gelmeye başladı. MBA Club ismi bir markadır, bir derece değildir. Dünyada bu bütünsel bakışı veren eğitimler MBA executive programları. Ama derslere karar verirken biz bu üniversitelerin programlarına hiç bakmadık. Danışmanlık deneyimlerimize göre bir şirket yöneticisinin neleri bilmesi gerektiğini bir liste haline getirdik. İkinci olarak da dünyada hangi beceriler önem kazanacak, bunların listesini yaptık. Sonra bunları yan yana koyduk. Buradan şöyle bir resim çıktı: Ekonomik ortamı tanımak, ekonominin gereklerini idrak etmek gerekiyor. Küreselleşme ve rekabet gibi., bir grup konu bunun üzerine. Bir grup konu da strateji üzerine. Bireylerin hatta ülkelerin başarısındaki en önemli faktör bu. Stratejik planlama da diğer bir grup konuyu oluşturuyor. Geldiğimiz noktada şunu gördük: MBA Club programıyla 60’ın üzerinde şirketin yöneticilerini eğittik. Toplam 4 bin kişi bu eğitimi aldı ancak biz kendimizi hala yolun başında görüyoruz. Hedefimiz 40000 yöneticiyi MBA Clulb’a üye yapmak. İkinci bir hedefimiz daha var: bunu uluslararası bir eğitim platformu haline getirmek.