Bu toprakların melodileriyle cazı birleştiren ve büyük ilgi gören Okay Temiz, 28 yıllık yurt dışı kariyerinin ardından döndüğü Türkiye’de eşsiz ritimlerini artık bizim için çalıyor. Birçok farklı alet ile muhteşem sesler çıkaran Temiz, ritim ve vurmalı çalgıları müziğin annesi olarak tanımlıyor.

okaytemiz250x150Galata Kulesi’nin hemen bir sokak ötesinde, sokakların arasında küçük, salaş bir ritm atölyesinin kapısından girip içeride dünyanın en önemli caz müzisyenleriyle birlikte yıllarını geçirmiş, onlarla sayısız plağa, konsere imza atmış Türkiye’nin en önemli perküsyon ustalarından biri olan Okay Temiz’le karşılaşacağınızı kim tahmin edebilir?

İşte böyle bir yerde görüştüğümüz Okay Temiz’in hayatı Çatalca’da bir çiftlikte 1939 yılında başlar. Burada traktörlerin içerisinde geçirilen gençliğin ardından 1955 yılında annesinin desteği ile konservatuvara girer ancak kendi ifadesiyle “Klasiğin sistemini sevmez” ve bir yıl sonra okuldan atılır. Bunun ardından yıllarca dans kulüplerinde müzik yapar, programdan arta kalan zamanlarda ise caz. Ve 1967 yılında gittiği İsveç’te müziği kendi yolunu bulur, burada zamanla dünyanın en önemli müzisyenleriyle çalışmalara imza atan, Avrupa, Amerika ve Hindistan’da 3 bin 300’ü aşkın konser veren bir sanatçı olarak ismini duyurur. Karşı karşıya geldiğinizde sizi de etkileyen enerjisi, çılgın ses denemeleri arasında Okay Temiz’le sanat hayatını konuştuk.

Uzun müzik hayatınızın ilk aşamalarından başlarsak, müzikle tanışmanız nasıl oldu? Müzikle tanışmamın daha annem bana hamileyken çaldığı udun ilk tınılarını ve titreşimlerini hissetmemle başladığını düşünüyorum. Genlerimde var yani. Annem musiki okulu mezunuydu, her gün evde pratik yapardı. Bunun yanı sıra Çatalca’da büyük bir çiftliğimiz vardı. Orada 3-4 traktörle beraber ailece çalışırdık, hep tabiatın içinde yetiştim. 1955’te annemin teşvikiyle Ankara Klasik Müzik Devlet Konservatuarı’na girdim. Orada bir yıl kaldım. Klasiği öğrenmeden tanıştığım caz tınıları benim yaşam biçimimle de çok uyumluydu. Köydeki rahatlık, doğa içerisindeki serbestlik ve cazdaki notların içerisindeki serbest dolaşımına karşı klasik müzikteki sistemi sevmedim. Üstelik o yıllarda eğitim çok daha ağırdı, başka müzikle uğraşmanız kesinlikle yasaktı. Benim bu ilgimi de görünce beni birinci yılın sonunda okuldan çıkardılar. Ben de ardından 19 yıl dans kulüplerinde, Türkiye’deki en lüks yerlerde en iyi orkestralarda çalıştım, kendim de orkestra kurdum. Sonra bir fırsatı değerlendirip 1967 yılında İsveç’e gittim. Orada 23 yıl, Finlandiya’da ise 5 yıl olmak üzere 28 yıl yurt dışında yaşadım.

Türkiye’de geçirdiğiniz 19 yılı atlamayalım. Caz müziği yapmayı istiyorsunuz ama dans kulüplerinde çalıyorsunuz. Bu sizin için zor olmadı mı?

Kesinlikle Türkiye’de kaldığım 19 yıl çok zordu, dans müziği çalmak istemiyordum. Tabi ki caz çalmaya devam ediyorduk, ama nasıl? Müşteri gelmeden çalıyorduk ya da müşteri saat gece 02.00’den sonra lokali terk edince pratik yapıyorduk. Ya da son müşteriler bir şey içmiyorsa onları kovalamak için caz çalıyorduk. Önünden Şato biryanlar, alevli tatlılar, meyveler geçiyor ve sen müzik yapıyorsun. Fakat yıllar geçti böyle ve çok sıkıldım, açıkçası fırsat kolluyordum. Buradayken tekniğim ve kondisyonum çok iyiydi. Fırsat gelince de cebime paramı koyup kalktım gittim.

İsveç’te kaldığınız süreçte müzik çalışmalarınız nasıl geçti?

İsveç bana bir Türk müzisyen olarak çok sahip çıktı. Ben de oraya Türk müziğini götürdüm. Annemden duyduğum tınıları orada çaldım. Ben caz öğrenmeye gittim ama birdenbire kendi müziğimize dönmüş buldum kendimi. Çünkü Türk müziğindeki folklor yapılarını ve tınılarını, buna Sufi müziği de dahildir, hatta Türk klasik müziğindeki bazı eserler İskandinav caz dünyası ve Amerikalı müzisyenlerin büyük ilgisini çekti. Gittikten üç yıl sonra trompet ustası Don Cherry ile Paris’te yaptığım konser büyük ilgi gördü.  Kısacası 23 yıl İsveç’te beş yıl da Finlandiya’da kaldım. 10 yıl boyunca İsveç devleti orkestramı kurmama, aletlerimi almama, yol parası gibi masraflarıma hep yardım sağladı. Bu yardımı da aldım çünkü okullara gidip ders veriyordum. Çocuklardan yaptığım kültür puanları kültür idaresi tarafından takip ediliyordu. Okullardaki verdiğim konserler, spastik engelli çocuklarla yaptığım çalışmalar çok ilgi gördü. Ritimle onların bazı tiklerinin azalmasın sağlıyorduk, bu çalışma filme alındı. Onun için müteşekkirim İsveç’e, benim ikinci vatanımdır.

İsveç’ten Finlandiya geçişiniz neden oldu?

Konserler yapıyordum orada, konserlerden sonra workshoplar veriyordum. Başka şehirlerde de yapıyorduk, Daha çok bayanlar geliyordu, kızakla gelenler oluyordu. Son derece egzotikti. Onların içinden bir tanesi de fizyoterapistti ve onunla evlendik. 10 yıl evli kaldık. Bir tane oğlumuz oldu, şimdi 19 yaşında. O da piyanist olacak, onunla beraber yaşıyoruz İstanbul’da.

İsveç’te böyle tanınıyorsunuz ve önemli çalışmalarınız var o dönemde peki Türkiye ile bağlantınız nasıldı?

Çok sık geldim Türkiye’ye ve konserler verdim. Devam ediyordum konserlere ama tabi burada bir bağlantım yok, afişleme çok pahalı, salonlar çok pahalı. Buradaki konserin zararını tespit edip İsveç hükümetine gidiyordum ve parayı onlar karşılıyordu. Türkiye’de şimdi de böyle bir destek yok. Burayla bağımı hiç kesmedim, çünkü örnek olmak istedim. Günün birinde burada yaşayacağımı hesaba katarak da yapmadım bunu. Buraya her geldiğimde bakanlarla da buluşuyorduk ama Ecevit’in dışında hiç biri bir şey yapmadı. Onun döneminde mehterde bir sentez oluşturduk. Böylece mehter savaş orkestrasından barış orkestrasına döndü. Çünkü içine Rus, Bulgar, Yunan, Senegalli müzisyenleri dahil ettik.

Türkiye’ye geri dönme kararını nasıl aldınız?

Oğlum olunca Türkiye’yi tanısın istedim. Finlandiya’da -30’da doğdu, anaokulunu orada okudu. Konsere sık sık gelip gidiyorduk ve çok yorucu oluyordu. Bir de ümitler bağladım. Kültür Bakanlığı’ndan bana vazife verilir diye düşündüm ve öncesinde dört kez naklihane yaptım, geliyordum ve sonra kaçıyordum. Bir şeyler yapmak istiyordum ama olmuyordu geri dönüyordum. Beni burada ilk tutan aslında Banvit oldu. Orada kesimhanedeki kadınlara ritm çaldık ve konuştuk. Çalışanlar için “Müzik nedir? Nasıl dinlenir? Kimlere iyi müzisyen denir?” gibi programlar yaptık. Haftada iki gün gidiyordum ve iki yıl sürdü. Benim için bir bağ oluştu böylece. Ondan sonra da kendi deliliğimle kaldım ve atölyeyi kurdum. Türkiye’de ritme bayağı bir ilgi olduğunu gördüm. Bu atölyeyi kuralı 11 yıl oldu. Burada hep birlikte 30-40 kişi çalınca gürültümüz çok çıkıyor o yüzden de kovulduk kaç yerden.

Şirketlerle nasıl bir çalışma yapıyorsunuz?

Çalışanların kimliklerine uygun aletler seçip, onlarla müzik yapmalarını sağlıyoruz. Örneğin pazarlamacılara tamburin verelim, direktörlere çan verelim ki şirketin temposunu tutsun, yaratıcı olanlara bomba verelim parçanın içerisinde etkili vuruşları yapsınlar gibi bölümlere ayırdık. Tophane Sanat Enstitüsü mezunuyum olmama nedeniyle müzik aletleri de yapabiliyorum, bunu da şirketlere uyarladık. Firmaların ne istediğine göre ya da ne ürettiklerine göre aletler yapıyoruz ve onları çalışanlara çaldırıyoruz, kavanoz kapağından alet yapıyoruz mesela.

Ritm duygusunu tanımlamak istesek, müziğin içindeki yerini nasıl anlatabiliriz?

Ritm müziğin içinde annedir. Hindistan ritimdeki en önemli ülkelerden biri ve orada böyle tanımlıyorlar. Oraya 9 kez gittim, çok önemli isimlerle plaklar yaptım. Ben hep baba zannederdim, vurur ve çıkan sesler toktur. Oysaki anne doğurgan olduğu için ritmi de ona benzetiyorlar. Her ritimden bir tane daha çıkıyor, yelpaze o kadar geniş ki sonsuza doğru gidiyor. O nedenle de doğurgan. Sonra da melodi geliyor, baba da melodidir.

Türk folklorundaki ritim duygusundan ve caz ile Türk melodilerinin buluşmasından bahsedelim biraz da, sizce yapısı uygun mu caz için?

Türk folklorundaki ritm gelişmiş bir ritm değil, çok güzel ve çok enteresan ancak o kadar köşeli ki. Belli bir şekilde çalınan bir yapısı var. Zaten aslında folklorda bu hep böyledir. Bizim dansımız modern dans olmadığı için ondaki vurgular da çok yöresel ve sabittir. Böyle olunca ritim de değişmiyor. Eğer modernleştirmek istiyorsan birisinin birisine ışık yakması lazım. Radyo Evi’nde darbukaya Arap denilip sadece köy davulu çalınıyordu. Almadılar kayıtlara. O nedenle de bizim Türk müziğinde dip sesler yoktur, hep vokal vardır. Oysa köylü davulunu 100 çeşit çalabilirsin, her türlü müziğe uyar. Caza da uyar, latine de Karadeniz’e de… Bunlar hep düşünme ve geliştirme biçimi. Öte yandan folkloru Türkiye’deki müzisyenler çok uzun yıllar boyunca çalıyor ve onun çaldığı gibi çalman imkansız. Onun için yurt dışında çok değerli görülüyor. Çünkü melodi ve tınılar yıllar boyunca sağlamlaşıyor. O açından İsveç’te de büyük ilgi gördüm çünkü kendi başıma yapmadım. Mesela, Türkiye’deki en büyük klarnetçilerden Saffet Gündeğer, zurnacı Binali Selman, neyzen Aka Gündüz Kutbay, kemancı Bodrumlu Salih Baysal gibi isimleri de oraya götürdüm.  Hepsi İsveç’e geldi. Mesela Salih Baysal 6-7 yıl sonra caz dergilerinde kemanın en iyileri arasında yer aldı.

Atölyede hangi çalışmaları yapıyorsunuz?

Buraya her tipten insan geliyor ve mutlu ayrılıyorlar. Suratı asık geliyorlar ama deşarj olup çıkıyorlar. Burası onlar için başka bir dünya. Lüks bir yapı da değil. Her gün çalışma var. Cumartesi günleri çocuk programımız var ve şahaneler. 4 yaşından 13 yaşına kadar çocuklar geliyor. Onlara her şeyi çaldırabiliyorum. Her ne kadar konsantrasyonları kısa olsa da, kendi aletlerimi onlara açıp ilgilerini çekmeye çalışıyorum.