Suzan Kardeş… 22 senedir Sezen Aksu’nun makyözü. BKM’nin tiplemelerinin mimarı. Meyhanesi de oldu, caz kulübü de. Şimdi de “Bekriya” albümüyle karşımızda. Mükemmel sesiyle Türk Sanat Müziği’ne yeni bir can verdi. Birçok insanı hazırladığı sahnelerde şimdi kendi şarkılarını söylüyor. Ama ne yaparsa yapsın, mutlaka ona bir Balkan sıcaklığı katıyor.

Galata Kulesi’nin etrafındaki kafelerden birindeyim. Hava oldukça sıcak. Ben kafenin sokak kısmında değil de, içeride, serin bir kuytuluğunda oturuyorum. Sorularımı gözden geçiriyorum tekrar. Biraz sonra gelecek olan sarı saçlı, mavi gözlü, güzel Balkan kadınını bekliyorum. Hangi mesleğinden girsem ki konuya? Makyözlüğünden mi, kuaförlüğünden mi, yoksa meyhanesinden mi söz etsem, ya da su gibi sesiyle Türk Sanat Müziği okuduğu yeni çıkan albümünden mi? Bakalım… Hepsi sırayla. Ben bunları düşünürken birden kapının orada beliriveriyor. Yüzünde beliren gülümsemeyle bana doğru yürüyor. Sanki beni daha önceden tanırmış gibi. O kadar içten… İçerideki kuytuluktan dışarı çıkıyoruz ve sokaktaki masalardan birine oturuyoruz. Akşamüstü saatleri. Etrafta bir sürü turist var. Bir yandan da gündelik hayat devam ediyor sokak aralarında. Konuşmaya başlıyoruz. Konu konuyu açıyor ve Suzan Kardeş farklı yaşamını anlatıyor. Hani kadınlar vardır, sohbetleri o kadar tatlıdır ki, hiç susmasa da devam etse dersiniz. Öyle hikayeleri vardır ve o hikayeleri öyle bir lezzette anlatırlar ki, kendinizi alamazsınız. İşte Suzan Kardeş öyle kadınlardan… Onunla bir akşamüstü Galata Kulesi’nin dibinde sohbet etmek çok keyifliydi…    

Makyözlük nasıl girdi hayatınıza?

Yugoslavya, doğduğum yer, çok önemli benim hayatımda.Hayatımdaki birçok şeyi öğrendiysem, yaşadıysam, hikayelerim oluştuysa, oralı olmam nedeniyledir. Mesleğimi de orada öğrendim, gittim geldim. Ben alaylıyım. Mektepli değilim. Zaten okulu da yoktu bu işin. Teyzemin kızı saç yapma konusunda benim ustamdı. Onunla birlikte öğrendim mesleği. Aynı zamanda resmi çok severdim, elim kaleme yatkındı ve renkler konusunda oldukça başarılıydım. Bu yüzden makyaja yöneldim. Ama tabii sanat camiasında olmayınca çok fazla da uygulama şansınız yok. Ancak bir gelinin gelmesini beklersiniz. Bir nişan, düğün olacak. Siz makyaj yapacaksınız. Ben tabii olduğu yerde duran biri değildim. Çok fazla merakım vardı. Saç yapmayı bilmem ise benim avantajım oldu. Bunlar benim sanat camiasına girmemde önemli rol oynadı. BKM’nin kuruluşundan beri onlarla birlikteyim. Çalışırken bir yandan da öğrenmeye devam ettim. Her oyuncu, her şarkıcı, her manken, her çocuk oyuncu bana bir şeyler öğretti. Benim için her şey öğrenmeyle ilgili. Hep bir şeyler öğreniyorum ben. İşte ben de bir yandan sürekli bir şeyler öğrenirken artık makyözlüğün öğretme boyutuna geçtim.

Eğitim mi veriyorsunuz?

Usta çırak ilişkisi içerisinde yetiştirdiğim öğrencilerim var. Bir de Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde yönetmen adaylarına ders veriyorum. “Bizden ne isteyin ya da ne istemeyin” üzerine.

Sizin öğrenciniz olmak için ne gibi özelliklere sahip olmak gerekiyor?

Meraklı olan ve biraz da fırça tutmayı bilen öğrencilerime eğitim veriyorum. Çıraklarımın biraz genç olmasını istiyorum. Sakın yanlış anlaşılmasın ama belirli bir yaştan sonra yanıma insan almıyorum. Çünkü dediğim gibi çırak olmalı. Yer de süpürmeli, bana ve oyuncuya çay da vermeli, malzemelerin temizlik işiyle de ilgilenmeli. Yani o çıraklığın keyfini çıkarmalı ki, usta olsun. Zaten karşılaştığımızda herkes mesleğiyle ilgili kıyafetinden, oturmasından, kalkmasından, elini cebine koyuşundan, yürüyüşünden belli ediyor kendini. Özellikle de soru sorma biçimine dikkat ediyorum. 15’e yakın öğrencim var. Öğrencilerim de diyemem aslında, kızlarım onlar benim. Buluyoruz bir türlü birbirimizi. Ayrılmıyoruz da. Ya evlenip gidiyorlar ya da artık kendi başlarına devam etmeleri gerekiyor. Benim kızlarımın çoğu ne kadar kıdemli ve usta olsalar da hep benim asistanım kalmayı tercih ediyorlar. Bunu bana hep hissettiriyorlar. Ben de gurur duyuyorum o zaman.

Bir öğrencinizin sizin gözünüzde kıdemli olması için neler yapması gerekir?

Kıdemli olması için plastik makyaja girebilecek kadar ileriye gitmiş olması lazım. Yani bir tipleme yaratabilmeli, bıyık, sakal takabilmeli. Kendi fikir üretebilmeli. Yönetmen iki şey istiyorsa, o da üçüncü şeyi kendi koymalı üstüne. Çünkü yönetmenler her şeyi düşünmek zorunda. Biz de onlara yardımcı olabiliyorsak eğer, o da zaten sizinle çalışmak istiyor. Sana “ben böyle birini istiyorum” diyor. 40 tane soru sorarak onu yormamak lazım. Bunu da usta makyöz yapar.

Dünyada özellikle filmlerdeki makyajlar oldukça gelişti. Türkiye bu konuda nasıl? Malzeme yokluğuna rağmen siz nasıl çalıştınız?

Bizde son 10 yıla kadar malzeme yoktu. Ben şanslıydım. Abimler yurt dışına çıktıkları zaman elbise yerine bana makyaj malzemesi getirirlerdi. O nedenle malzeme sıkıntısını çekmedim. Ama tabii kendi imkansızlıklarım içerisinde yarattığım şeylerin çok faydasını da gördüm. Aslında çok da teknolojik şeyler kullanılmadı bizde. Peşinden zaten bilgisayar girdi hayatımıza. Artık efektler onlarla yapılıyor. Photoshop çıktı. Teknik olarak hep geri olduk ama hiç yurt dışına özenmedim. Sadece imrendim. Şimdi bir ayağım Londra’da benim. Oraya gidince kredi kartımı boşaltıyorum. Oradaki dükkanları temelinden tutup buraya getiresim var.

En zor makyajınız hangisiydi?

Zor değil de zamansızlıktan dolayı üzüldüğüm makyajlar olmuştur. Bizde çok “hadi, hadi, çabuk ol” denir. Ama onları da sineye çekeceğiz.

Hangi makyajlarda uzun zaman harcıyorsunuz?

Güzellik, fotoğraf, dizi, reklam, tipleme makyajları için farklı süreler harcanıyor. Kimi zaman sadece pudra sürdüğümüz de oluyor. Ama plastik makyajda normalde verilmesi gereken süre en az 3 saattir. Ama süremiz kısıtlı. O yüzden de bizim meslekte zaman konusunda bize pek kolaylık yok.

Makyajı hemen o an mı yaparsınız, yoksa daha önceden denemeleriniz olur mu?

Dizi, film ve reklamlarda bir ön makyaj çalışması muhakkak olur. Kolektif olarak, sanat yönetmeni ve yönetmenle kamera deneme makyajlarımız, hikaye üzerine konuşmalarımız, önerilerimiz, fikirlerimiz olur. Mesela yakın zamanda Oya Başar’ın yeni dizisi için makyaj hazırlığı yaptık ve ben ilk defa Oya Başar’a makyaj yaptım. Daha önce kendisiyle hiç karşılaşmamıştık. Onlar zaten hep kendileri yaparlardı makyajlarını. Diziden önce makyaj hakkında konuşmak, onun isteklerini öğrenmek ve peruğa karar vermek için Oya Hanım’ın evine gittim. Beraber yeni dizideki tipi hakkında çalıştık ve ben kendisine hayran oldum. Her şeyden önce mesleğe ve emeğe saygılı bir kadın Oya Başar. Herşeyi sana bırakıyor ve sana güveniyor. İlk makyaj yaptığımda da beni hiç tedirgin etmedi ve ben de onu etmemeye çalıştım. “Ben bunu isterim, şunu isterim” bile demedi. “Özel istediğiniz bir şey var mı?” diye sordum ama o bana “Sen nasıl istiyorsan öyle yap” dedi. Bu bir olgunluk, tecrübe ve güven göstergesi. Bunlar olduğu zaman çok daha rahat çalışıyorsunuz.   

Haluk Bilginer’e yaptığınız Atatürk makyajıyla çok anıldınız. Bütün makyaj bitip de karşınıza Atatürk çıktığında nasıl hissettiniz?

Biz reklamı çekerken Cuma günüydü ve yanımızda da bir okul vardı. Okul dağılmadan önce İstiklal Marşı okunuyordu. Haluk Bey de Atatürk makyajıylayken dedi ki, “Şimdi ben yandaki okula gitsem, merhaba çocuklar desem, ne olur”. Bayağı bir güldük. Makyajı yapıyorsun ama oyuncu da oynuyor, ışıkçı ışığı çok iyi ayarlıyor ve kamera da güzel bir açı yakalıyorsa her şey çok güzel oluyor. Yani hiçbir zaman kimse kendi başına  “şahaneyim” diyemez. Bu bir ekip işi. Mesela Haluk Bilginer o makyajla sette dolanırken Haluk Bilginer’di, ama ne zaman kameranın karşısına geçti, işte o zaman Atatürk oldu. Yani oyuncu sadece makyajla o kişi olmuyor, kendisi kameranın karşısında o karakteri oynayınca her şey yerine oturuyor. Türkan Şoray da böyledir. Kameranın karşısına geçtiği zaman gözlerinin içi güler, başka türlü bakar. Mesela tiyatroda Demet Akbağ, her yaptığım tiplemeyle oynadığında beni kendine 5 kat hayran bırakmıştır. Yılmaz Erdoğan’ın ekip ruhu mükemmeldir. O başka bir adam zaten. Cem Yılmaz da bambaşka bir şey. Tolga Çevik, mükemmel bir oyuncu. Sezen Hanım da sahneye çıktığında bambaşka biri olur. Sen de şöyle dersin “şu an bir şey olsa, beraber gömülelim”. Çünkü orada o kadar güzel şeyler yapan biri var ki… Ve sen ona dokunabiliyorsun… Sahnede ya da kamera karşısında bambaşka biri olurlar.

Makyajın yanı sıra 12 senelik bir meyhanecilik maceranız da var… Neden bitti?

Meyhanecilik baba mesleğiydi. Son 4 yılı biraz zorlayarak gitse de meyhaneciliğim 12 sene sürdü. İsmi Bekriya’ydı. Bekriya Bektaşiler’den gelir ve “çok içen, devamlı içen” anlamındadır. Babamın da lakabıydı. Son dönemlerde ağabeyimle üst katı da şaraphane yapmıştık. Ama çıkan kriz bizi de vurdu. Balkanlar’daki tatsızlık hala sürüyordu. Mezelerim de gelemiyordu. Meyhanemi de çok etkiliyordu bu durumlar. Sonunda “tamam artık, bu defter de kapandı” dedik. Ama Bekriya bir marka oldu ve hala da etkisi devam ediyor. Eğer ben bir yerde şarkı söylüyorsam, orada bir şekilde Bekriya yaşıyor. Ya bir mezesi, ya bir şarkısı orada oluyor. Her şeyden önce ben oradaysam Bekriya orada oluyor. Belki yaşlanınca 4 masalık bir yer yaparım kendime. O yaşta anca 4 masalık yemek yaparım, daha da yapamam. Ben ne yaparsam beraber yeriz meyhanemde.

Meyhanenizin bir katında caz kulübü de açtınız, değil mi?

Evet, meyhanemin en alt katında bir buçuk yıl kadar süren bir caz kulübü açtım; Jazzroom. Ayşe Gencer ve İmer Demirer bana açıkçası büyük bir destekte bulundular. Bu da gerçekleşen bir hayalimdi. Hep bir caz kulübüm olsun isterdim. Kızım yurt dışına okumaya gittiğinde piyanosu boş kaldı. Ben de onu alıp dükkanın alt katına koydum ve bir perde, iki küçük masa, minik bir bar yaptım. Burası caz kulübü olacak dedim. Ayşe ile İmer’i çağırdım, dedim ki “ben burayı caz kulübü yapacağım, siz benimle beraber olur musunuz”. “Tabii olur” dediler. Bu arada müşteri filan umurumuzda değil. Enstrümanı alan akşam geliyor. Jam session’lar yapıyoruz kendi kendimize. Bir beklenti filan da yok. Ayşe bana diyor ki “Suzan biz burada sana bir şey kazandıramıyoruz”. “Ya Ayşe boşver kira zaten ödeniyor” diyorum. Meyhanenin kapanmasıyla o da gitti. Caz müziğini çok seviyorum. Meyhane gıda ve eğlence sektörünün annesidir ya, caz da müziğin annesidir. O macera bitti ama hep içimde kaldı. Ben aslında benim bir sokağım olsun istiyorum. İçinde meyhane, caz kulüp, makyaj, manikür, pedikür olsun, her şey olan bir sokak olsun istiyorum.

Harika bir sesiniz var ve Türk Sanat Müziği gibi çok zor bir müzik türünü icra ediyorsunuz. Şarkıcılık nerelere dayanıyor? Neden bu kadar uzun sürdü albüm çıkarmak?

Benim babam müzisyendi. Hem gitar hem de darbuka, tef gibi vurmalılar çalardı. Bir amcam caz şarkıcısıydı, diğer bir amcam da müzik öğretmeniydi. Yugoslavya’da küçükken bir koroya katılmıştım, hatta 10-15 günlük tatillerimizde oraya gittiğimizde bile koroda bir çalışma varsa yine katılırdım. Şermin Zaim diye bir arkadaşım vardı küçüklüğümü beraber geçirdiğim. Şenka’yla birlikte pek çok şarkılar söyledik. Yani küçüklüğümden beri şarkı söylüyorum. Ben meyhanemde de şarkı söylerdim canım isteyince. Sonra Sezen Hanım birgün  “Suzan, biz insanlara bir şey hatırlatacağız” dedi ve bu Türk Sanat Müziği eserlerinden oluşan albümü hazırladık. Ne Sezen Hanım’ın ne de benim bir iddiamız, bir beklentimiz vardı. Şarkı söylemeyi çok seviyordum, ama tutup da bu yaştan sonra şarkıcı olma derdim de yoktu. Ama albüm çıktı, onun da ismini Bekriya koyduk. İşte Bekriya, Sezen Hanım’ın bana armağanı ve hayatımda çok önemli bir yeri var. Albümümün geç gelmesine ise “üzülsem mi üzülmesem mi ?” diye düşünüyorum. Ama şuna inanıyorum ki; herşeyin bir zamanı var. Daha önce olsa belki de kontrolsüz olurdum.

Engin Gürkey’le olan konseriniz de büyük ilgi gördü. Seyircilerinizin tepkileri nasıl? Nasıl biraraya geldiniz?

Engin Gürkey’le tesadüf eseri karşılaştık. Engin iki ay önce bir Balkan grubu kurmuş. Aklından ben geçmişim. Ardından beni bir konserine çağırdı. Gittim, sonra da programdan sonra Engin’i görmek istedim. Tam kapıdan çıkarken Engin beni gördü ve  “Suzan, dostum neredesin, al mikrofonu, bize bir şarkı söyler misin” dedi. Üstümde palto, sırtımda çanta şarkı söyledim. Çok da keyifli oldu. Ben de ona BKM’de bir konser yapacağımı ve benimle olup olmak istemediğini sordum, o da sorgusuz sualsiz olur dedi. Çok güzel bir konser oldu. İnsanların tepkileri çok güzel. Bu aslında benim yapmak istediğim Balkan şarkılarını yapmama sebep oldu. Meyhanemi açarken de herkes bilirdi, o Balkan meyhanesi olacak. Evime biri gelse, bilir ki, ben ona Balkan yemekleri yapacağım. Tabii yaptığım müzikte de mutlaka Balkan olan bir şeyler olacak. Bu da öyle oldu.

Hep insanları sahneye hazırladınız, şimdi de siz sahnedesiniz. Nasıl hissediyorsunuz?

Ben herkesten öğrendiğim bir şeyi yapıyorum sahnede. Çalıştığım insanlardan çok şey öğrendim. Tabii ki acemiliklerim olabilir. Birlikte olduğum insanlardan öğrendiklerimi çok uyguluyorum sahnede. Tabii bu benimle birleşince herkes çok samimi buldu. Çok keyif alıyorum.

Hayatınızda muhakkak yapmalıyım dediğiniz şeyler neler?

Ömrüm yettiğince hep bir şeyler yapmak isterim. Mesela Madonna’ya makyaj yapmak isterdim. Çok özel bir kadın. Başka yapmak istediğim şeylerden biri de yeni jenerasyonla, yeni yönetmenlerle çalışmak. Ama nedense bizden ürküyorlar. Ben diyorum ki “bizi de uzak tutmayın kendinizden”. “Sete gelir miyim, çok para ister miyim” diye düşünüyorlar. O zaman birbirimizi tanıyamayız. Ama birbirimize katacağımız şeyler var. Artık dijital diye bir şey var. Onlar okulda teknolojik bilgiler alıyor, ben de o bilgileri bilmiyorum. Ben de onlara eskiyle ilgili bir şeyler öğreteceğim. Anlayacağınız ben doymadım öğrenmeye ve birçok şeye.