Tıp eğitimini ticaretle birleştirip Türkiye’de sağlık alanında çok önemli çalışmalar yapan Bozlu Holding Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Şükrü Bozluolçay, “ İşi, hayatınız haline getirmeyin” diyor. Bozluolçay, önemli olanın kurumsallık ve sürdürülebilirlik olduğunu vurguluyor.

ceosukru250x150Birkaç kuşaktır ticaretle uğraşan bir ailenin çocuğu olarak Samsun’da doğan Dr. Şükrü Bozluolçay, Tıp Fakültesi eğitiminin ardından bugün Türkiye’nin nükleer tıp ve onkoloji alanında çalışmalar yapan önemli firmalarından birinin kurucusu. Liseyi tamamladıktan sonra tercihini mühendislikten yana kullanmayı arzu etse de ailesinin ısrarıyla doktor olan Bozluolçay, İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde Nükleer Tıp ihtisasını tamamlar. Bir süre sonra aktif doktorluğu bırakıp girişimciliğe yönelir. O günden bugüne birçok hastalığın tedavisi için kritik değer taşıyan ürünleri Türkiye’ye getiren ve sonrasında da üretimlerini yapan Bozlu Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı olarak Bozluolçay’ın en önem verdiği noktalardan biri ise “İşe, aşık olmamak.”  Bozluolçay, her zaman işi iş gibi gördüğünü, yeni şeyler görmek ve öğrenmek için isteğinin devam ettiğini keyifle paylaşıyor. Sanata olan tutkusu ise Şişli’de bulunan tarihi Mongeri Binası’ndaki holding genel merkezinden, içerideki birçok sanat eserine kadar her yerde karşınıza çıkıyor. 2012 yılında Türkiye’de Yılın Girişimcisi Ödülü’nü de alan Dr. Şükrü Bozluolçay’dan yönetim anlayışını dinledik.

Tıp eğitimi ve uzun süren doktorluk hayatınızın ardından ticarete geçişiniz nasıl gerçekleşti?

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde 1989 yılına kadar doktor olarak görev yaptım. Bunun içerisinde iki buçuk yıl kadar İskenderun’da mecburi hizmetim de var. Uzmanlığımı Nükleer Tıp üzerine tamamladım. Öğrenciliğimden itibaren bir şekilde hep ticaretin içerisinde oldum, ancak sağlıkla ilgili girişimcilik hikayem 1989 yılından sonra gelişti. O yıl akademik anlamda önüm açık olsa da, üniversiteden ayrılarak özel sektöre geçmeye karar verdim. Bu benim için bir riskti, ama kişilik olarak hızlı ve kolay karar alabilen bir yapım var. Türkiye’de o tarihte konusunda öncü olan International Hospital’dan gelen teklifi başına geçtiğim bölümün, aynı zamanda işletmecisi olmak şartı ile kabul ettim. Bu da benim sağlıkta girişimcilik anlamında ilk adımım oldu. Daha sonra 1990 yılında MNT Sağlık Hizmetleri şirketini kurarak, nükleer tıp girişimciliğini farklı hastanelerde uygulamaya başladım.

Şirketin büyüme süreci hangi aşamalardan geçti?

İşe başladığımız dönemde sektörde neredeyse kullanılan her şey ithaldi. O dönem dövizin sorunlu olması, ithalatın bir takım nedenlerle kısıtlanması, ulaşımın sorun olması yani bu ilaçların zamanında gelmemesi bizi zor durumda bırakıyordu. Bu ürünler, o tarihte bir elin parmağından daha az sayıda ülkede üretiliyordu. Hem ihtisasım sırasında, hem daha sonra bu ülkelerdeki üretim tesislerinin çoğunu gezmiştim. Üretimin Türkiye’de yapılabileceğine inandım ve 1995 yılında önce ithalat ile başlayan bir sürece girdik, daha sonra bir süre Türkiye Atom Enerjisi Kurumu ile deneme üretimi yaptık. 2000 yılında kendi üretim tesisimizi kurarak hem ürün alanımızı genişlettik hem de ihracat yapma şansı bulduk, bu bizim için bir dönüm noktası oldu. 2008 yılına kadar başka üretim tesisleri de kurarak, bölgede bilinirliğimizi artırdık, daha sonra yurt dışında da yatırım yapmamız gerektiğine inandık. 2008 yılında Monrol Nükleer Ürünler şirketimizin yüzde 50 hissesini Eczacıbaşı Grubu’na sattık. Hem yurt içinde hem yurt dışında hızla büyüdük.

Şirket için gelecek yıllardaki hedefleriniz, hayalleriniz neler?

İşe başladığımız tarihte bile her zaman beş yıllık planlarla hareket etmeye gayret ettik, bütçelerimize de mümkün olduğu kadar uyduk. Türkiye çok dinamik bir ülke olması ve her gün bir şeyler değişmesine rağmen mümkün olduğunca plancı ve bütçeci olmaya gayret ettik. Mutfağında olmayacağımız hiçbir işe girmedik, önemli kriterlerimizden birisi de yönetmeyeceksek ya da yönetemeyeceksek o işe girmiyoruz. Teknolojisi olmayan bir sektörde olmamaya gayret ediyoruz, yani katma değeri olmayan hiçbir işle ilgilenmemeye çalışıyoruz. Açıkçası o işleri beceremiyoruz, yani elinde çantayla dolaşıp iş yapılabilen işleri biz beceremiyoruz.

Yeni kuşakların çalışma biçimleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu konuya iyi ve kötü taraflarından bakıyorum. Yeni kuşak tartışmasız muhteşem. Benim jenerasyonum ile kıyaslanmayacak şekilde donanımlılar ve işleri de bizlerden daha zor. Ama bu jenerasyonun maalesef önemli bir sorunu var, işe başlarken istifa mektuplarını ceplerinde getiriyorlar. İşe karşı aidiyet duyguları bizim jenerasyona göre daha az. Donanım açısından ve kabiliyet açısından bu jenerasyon eskilerden çok daha iyi. Öncelikle bizler gibi sonuç odaklı değil, süreç odaklılar, bu da bir ülkenin gelişmesi ve kimliğine kavuşması için çok önemli. Buna karşı, çok apolitizeler. Dünyadaki birçok şeyden haberdarlar ama, dünyanın dinamiklerinden uzaktalar ve gerekliliğini hissetmiyorlar. Tarih bilgileri zayıf, özellikle Türkiye’nin ve dünyanın son 100 yılı hakkında yeterli fikir sahibi değiller. Yine de gençlikten umutluyum. Mevcut eksiklikleri, bir sonraki jenerasyon fark eder ve olumlu yönde değişir, çıkmaz sokak değil.

İş ve özel hayat dengesini nasıl kuruyorsunuz?

Ben hobileri olan bir insanım ve buna çok önem veriyorum. 80’lerden bu yana resim sanatıyla uğraşıyorum, ancak sadece toplayıcı olarak. Gerek klasik Türk resminde gerekse çağdaş Türk resminde 600 – 700 parçalık bir resim birikimim var. Ama yaklaşık bin parçalık bir Fikret Mualla koleksiyonum var. Hatıra defterleri, mektupları içeren geniş bir koleksiyon. Bu konularda yazıyorum ve kitap haline getirmeyi planlıyorum. Kısacası hayatımı dolduracak, ailem başta olmak üzere pek çok şey var. Hiçbir zaman yaptığım işe aşık olmadım ve çalışma arkadaşlarımdan da öyle bir şey istemiyorum. İşi, iş gibi görmeye çalışıyorum. İşi hayat gibi yaşamaya başlarsanız, işler çığırından çıkar. Yeni şeyler görmek ve öğrenmek için içimde hâlâ büyük bir istek var.