erkancanHayatının 16 yaşındayken başladığı tiyatroyla anlam kazandığını söyleyen Erkan Can, o günlerden bugüne tüm yaşadıklarının oyunculuğuna çok büyük katkısı olduğunu söylüyor. Can, oyunculuğu bir yaşam biçimi olarak adlandırıyor.
Türk seyircisinin görmeyi en çok sevdiği, iyi oyuncu deyince ilk saydığı isimlerden biri o. Filmleri ödüller alıyor, dizileri takip ediliyor ve oynadığı çoğu karakterle fenomen olmayı başarıyor. Üstelik hepsini de aldığı “mahalle terbiyesinin” mütevaziliğiyle karşılıyor. Ben kariyer planı yapmadım, diyor Erkan Can, “Hayat beni nereye akıttıysa ben oraya gittim…”Gemide, Takva, Dar Alanda Kısa Paslaşmalar gibi filmlerde oyunculuğuyla büyük övgüler alan Erkan Can, Bursa’da geçirdiği çocukluğun ardından oyunculukla tanıştı. Ardından Türkiye’nin çok kanallı televizyonlarla yeni tanıştığı dönemde o da Mahallenin Muhtarları dizisiyle tüm Türkiye’nin tanıdığı bir isim haline geldi. İstanbul Halk Tiyatrosu’nda oynadığı başarılı oyunu Alevli Günler’in öncesinde Erkan Can’la oyunculuk hikayesini konuştuk.
Oyunculuğa nasıl başladınız ve içinizdeki oyunculuk duygusunu nasıl keşfettiniz?
Oyunculuğa 1974-1975 döneminde Bursa Devlet Tiyatrosu’nun açmış olduğu kurslarda başladım. O sıralarda yaklaşık 15-16 yaşındaydım. Benim tiyatro maceram o yıllarda başladı. Bugün 54 yaşıma geliyorum hala devam ediyor. Aslına bakarsanız ben hiçbir şey keşfetmedim Bilmiyordum ki oyunculuk nedir? Sinemayı seyrediyorum ve seyrediyordum tabi ki. O dönem sinemadan çıkmıyordum. Sinema oyunculuğunu biliyordum ama çocuk yaşta düşünmüş değildim böyle şeyleri. Beni mahalledeki ağabeylerim yönlendirdi. Oraya kaydımı yapmamı söylediler, resim çektirdiler ve ben de dilekçe verdim başladım. Başlayış o başlayış…Demek ki onlar sizde böyle bir yetenek görmüşler…
Tabi ki görmüşler, görmeseler söylemezler. O dönem mahalledeki ağabeylerimizin hepsi çok aydın insanlardı. Ressam, öğretmen, talebe ve yüksekokulda okuyan ağabeylerimiz vardı. O kuşak zaten başka bir kuşaktı. Onlar da bizi öyle yönlendirdiler. Diyebilirim ki hayat benim için 16 yaşından sonra başlıyor. Kendimi bulma, bir anlamda kendimi araklama dönemi… Tiyatroyla birlikte okumaya başladım ve o beni çok geliştirdi. Kendimi tiyatroda gördüm. Ondan öncesine dair hatırladığım çok az şey var.

Bursa Devlet Tiyatrosu yıllarınız nasıl geçti?
O kursu ben yaklaşık 5 yılda bitirdim. O dönem Bursa Devlet Tiyatrosu’nun Müdürü Ali Cengiz Çelenkti. Yalın Tolga vardı. Şu anki konservatuarlardan daha iyi eğitim veriliyordu. Bursa da tiyatroya hiç yabancı olmayan bir kent, tiyatroya gitme alışkanlığı olan bir kentti. Bir sezonda 6-7 oyunumuz olurdu. Oyunlar sezon boyunca dolu giderdi. Yalın Tolga ile karşılıklı büyük rollerde oynadım. Bana güvendiler ve koca koca roller verdiler. Ben de hepsinin üstesinden geldim. Hemen her gün oyunum vardı. Ama yine de yorulmuyordum. Askerden sonra da İstanbul Belediye Konservatuarı’na girdim ve Bakırköy Belediye Şehir Tiyatroları’nın sınavını kazandım. O dönemde Mahallenin Muhtarları başladı. Televizyon ve sinemaya ağırlık verince 10-12 yıl kadar tiyatroya ara verdim. İstanbul Halk Tiyatrosu’nun “Sürmanşet” oyunuyla tiyatroya geri döndüm. Sonra “Alevli Günler” ve “Paçi” oyunlarıyla devam ettik.

 

“GELECEĞE DAİR PLAN YAPMADIM”Geçmişe dönüp baktığınızda, uzun süren sanat hayatınız içinde kariyerinizdeki en önemli dönemeçler sizce neler oldu?
Ben geleceğe dair plan yapmam. O nedenle kariyer yapayım diye de düşünmedim. Her zaman hayat beni nereye akıttıysa o yöne gittim. Ben konservatuarı bitirip devlet tiyatrosu oyuncusu olacaktım ya da şehir tiyatrolarında tiyatro yapacaktım. Televizyon bu kadar ağırlıkta değildi. Sonra birden iş başka türlü olmaya başladı. İşte o andan itibaren de hayatı akışına bıraktım zaten. Ama tiyatroyu da elden bırakmadım. Hep zinde kalmaya çalıştım. Yine tiyatronun, sanatın peşinden koştum. Çünkü hayata bakışım böyle. Yaşam biçimim bu. Ben Bursa’dayken de hem tiyatro yapıyordum hem folklor ile uğraşıyordum, bir yandan izcilik, dağcılık yapıyordum. Bir yandan da çalışıyordum. Çırak olarak kahveye giriyordum mesela, kaportacıya giriyordum. Hiç boş durmuyordum yani. Şimdi düşünüyorum da bu kadar şeyi o kadar zamana nasıl sığdırmışım?Bu kadar yoğun ve dolu dolu geçen bir gençliğin size kazandırdıkları neler oldu?
Bu yaşanmışlıklar da sanat hayatımda benim için çok önemli oldu. Bir oyuncu yaşamdan beslenir. Ben de meraklıyımdır, her yere girerim, çıkarım, gezerim. Tiyatro yaptığım sırada sanat okulu metal bölümüne gidiyordum. Bugün de gezen bir adamım. Bir yere oturup kalamam sıkılırım. Benim için hayatın sürekli değişmesi lazım. O zaten değişiyor da zaman zaman da kendim değiştiririm.Bugün gençlerin kültür-sanat faaliyetlerine ilgisiyle ilgili neler düşünüyorsunuz? 
Belki bizim dönemimizde zaman çoktu. Bütün bunları Bursa’nın içerisinde yapabiliyorduk.  Yeni gençler yakın dönem yazarları bilmiyor. Sait Faik, Melih Cevdet Anday gibi isimleri tanımıyorlar. Ben en ücra mahalleye de gidiyorum en lüksüne de gidiyorum ve bakıyorum. Yüzde 70’i bilmiyor bu yazarları. Türkiye genç bir nüfus, genç bir topluluğuz. Bu nedenle de gencin enerjisini başka türlü dağıtıyorlar. Öte yandan, bir kısım gençlere de bakıyorum zehir gibiler. İlerde çok iyi olacak çocuklar var aralarında. Sette görüyorum; iyi yazarlar, görüntü yönetmenleri, kameramanlar, ışıkçılar var ama maalesef bunlar azınlıkta. Durumumuz o kadar parlak değil, bunu biliyorum. Nereye kadar da böyle gidecek bilmiyorum?

Çok kanallı televizyonun ilk dönemlerinden itibaren varsınız. Bugün televizyona proje seçerken nelere dikkat ediyorsunuz?
İlk TRT vardı. Ben de televizyonda konservatuar yıllarımdan itibaren çalışmaya başladım.  Demet Akbağ, Yasemin Yalçın, Ülkü Duru, Engin Şenkan, Zafer Önen ile “Bizim Çocuklar” adında bir sitcom dizi çektik.  Çok kalabalık bir kadroydu. Sonra Oktay Kaynarca, Fikret Kuşkan, Çetin Etili, Nejat Birecik, Ziya Kürküt ile “Gençler” diye bir dizi yaptık. Sonra Müjdat Hoca bir şeyler çekti. Bugün, televizyonda bir iş yapmam için önce senaryoyu sonra da o rolü sevmem gerekiyor. Eğer, okurken bir şeyler hissediyorsan, hikayesini kuruyorsan o işin içerisinde ve o projede. Televizyon da artık bir sektör. Oradan geçimimizi, hayatımızı, paramızı kazanıyoruz. Diziler bizim antrenmanımız.

Televizyonu sinemadan ve tiyatrodan farklı görüyor musunuz?
Tiyatro başka bir şey ama televizyon ile sinema amca çocukları diyebiliriz. Aslında üçü de birbirini besliyor. Artık insanlar izleyeceği sinema filmini ya da oyunu seçerken hangi dizideki insanların oynayıp oynamadığına bakıyor. Aslında üçü de birbirinden ayrılmaz üç parça bana göre. Hepsinin disiplinleri ayrıdır. Tiyatronun disiplini de apayrıdır. Ertesi gün oyun varsa bir gün önceden o oyunu düşünmeye başlarsınız. Örneğin bugün Alevli Günler oyunum ve ben dünden itibaren aklımdan sahneleri geçiriyorum, nereye gitsem onu taşıyorum. Bir tiyatrocu için kuliste olmak da mutluluk verici bir durumdu. Oyundan 2-3 saat önce geliriz ki içimizi, ruhumuzu, beynimizi oyuna ısıtırız. Oyun öncesinde neredeyse tiyatrodan başka bir şey konuşmayız. Devlet tiyatrolarında oyuna 1 saat önceden gelmek kuraldır. Geç kalana rapor yazılır. Doğrudur da, çünkü 1 saat önce herkes herkesi görmek ister. Yoksa panik ortamı oluşur. Trafikten gecikilen zamanlar olur, bu çok kötü bir durumdur. Ben böyle durumlarda çok huzursuz olurum.

“TV VE SİNEMA AMCA ÇOCUĞU”

Sinemanın hayatınızdaki yeri nedir?
Sinema çok etkili bir sanat dalı.  Benim için de başka bir yerde. Artık bugünkü teknolojiyle ne düşünüyorsan onu perdeye aktarıp adeta somutlaştırabiliyorsun. Benim için de sinemanın bir anlatacak bir şeyleri, bir derdi olmalı. Bu komediyle ya da başka şekilde olabilir ama olmalı. Tarafsız olması ve ayna tutması gerekiyor. Bugün sinemanın bütün türleri deneniyor ve denenmeli de, çünkü düşünceyi tam olarak aktarabilen tek sanat dalı. Tam bir illüzyon…

Yeni sinema projeleriniz olacak mı?
Yeni sinemacılarla bir projemiz var. Mart gibi onu çekeceğiz herhalde. Bir de Ocak ayında gösterime girmesini planladığımız “Toprağın Çocukları” filmi var. Köy Enstitülerini anlatan bir film yaptık. Ben, Bahtiyar Engin, Suzan Kardeş, Şebnem Sönmez, Ufuk Bayraktar rol alıyoruz. Güzel bir film oluyor. İyi ya da kötü olması önemli değil zaten. Önemli olan, ülkemizin eğitim sorununa bir daha bakılması. Gençler yakın tarihi hiç bilmiyorlar. Biraz bu konu tartışılmalı ve geriye dönüp bakılmalı. Filmimiz daha çekerken bile çok ilgi gördü. Sivil Toplum Örgütleri çok sıcak baktılar. Köy Enstitüleri’nde eğitim görmüş kişilerden hala yaşayanlar var. Onların çocukları torunları tarafından ilgi gösteriliyor filme. Biz tartışılsın diye, boynumuzun borcu diye çektik bu filmi.

 

“EGO PITBULL GİBİDİR”Kendinizi şöhret ya da tanınmışlık duygusundan nasıl koruyorsunuz? Egoyu nasıl yeniyorsunuz?
Ego dediğimiz şey Pitbull cinsinde bir köpek gibidir. Onu bir güzel zincirle bağlamalı. Ona hükmetmek zordur, nefsine hakim olmak zordur. Babamdan, beni yetiştiren hocalarımdan, sokaktaki ağabeylerinden aldığım eğitim, görgü, gelenek, racon böyleydi. Ya da güzel insanların yanına düşmüşüm, şanslıyım diye düşünüyorum. Ben onları takip ettim. Ben zaten öğretmen çocuğuyum. Babamın bana vermiş olduğu eğitimde çok etkili oldu. Şan, şöhret geçici şeyler. Adam, adam olmadıktan sonra şan şöhret olsa ne yazar!Sinemanın, tiyatronun, dizilerin dışında neler yapıyorsunuz?
Kızım 9 yaşına girdi, bir ailem var. Ben de genellikle onlarla vakit geçiriyorum. Bir de arkadaşlarıma giderim. Arabalara ilgim var, o nedenle Göztepe Sanayi’de tamirhanede otururum. İstanbul’da, Fenerbahçe, Kadıköy, Göztepe Sanayi, Bostancı Sanayi… Arkadaşımın oto yıkamacısı var, orada güvercinlerimiz var. Güvercin uçururuz, saka dinleriz, bülbül dinleriz…En son oyununuz Paçi nasıl gidiyor?
İstanbul Halk Tiyatrosuyla bu yıl hazırladık oyunu. Çok yeni bir oyun, henüz 5. oyunumuzu oynadık. Ama elbette henüz tamamlanmadı. Her oyun yarım çıkar aslında, seyirciyle tamamlanır.