Orkestra şefi Cem Mansur, Londra ve Los Angeles’ta aldığı müzik eğitiminin ardından uzun yıllar yurt dışında çeşitli orkestralarda şef olarak yer aldı. 1998 yılından beri Akbank Oda Orkestrası’nın daimi şefliğini yürüten Cem Mansur, konser öncesi dinleyicilerle yaptığı sohbetlerle tanınıyor. Şu sıralar bu orkestranın dışında 23 Nisan etkinlikleri çerçevesinde gerçekleştirilecek Uluslararası Çocuk Senfoni Orkestrası projesiyle de uğraşıyor. Çok sesli müziğin insanın gelişimine büyük katkısı olduğunu söyleyen müzisyen, “Müzik eğitimi öyle bir şey ki müzikle beraber tarih, coğrafya öğreniyorsunuz. İyi kötü fizik kurallarının temellerini kavrıyorsunuz, frekansların nasıl oluştuğunu, ses renklerinin nasıl bir araya geldiğini hissetmek için. Müzik ruhuyla öğrenilebilecek o kadar çok şey var ki. Felsefesi, tarihi her şeyi içinde” diyor.

Kirov Opera’sının devamlı konuğusunuz, English Chamber Orchestra, Mexico City Philharmonic Orchestra gibi dünyaca ünlü pek çok orkestra ile çalışmışsınız. Türkiye’ye dönüşünüz nasıl oldu, Akbank Oda Orkestrası’yla çalışmaya nasıl karar verdiniz?

Ne kadar döndüğümden emin değilim aslında. Eskiye nazaran daha fazla Türkiye’deyim. Türkiye’de bir orkestranın başındayım. Bu uluslararası bir meslek. Dünyadaki birçok orkestra ekibine baktığınız zaman, birçoğunun aslında başka bir yerden gelip bir şehirde toplanarak çalışmalar yaptığını görüyorsunuz. Sürekli o şehirde yaşamak gerekmiyor aslında. 1998’de Akbank Oda Orkestrası’nın başına geçmem teklif edildiğinde o ana kadar benim konuk olarak yönetmiş olduğum bir orkestraydı Akbank Oda Orkestrası. Çok heyecanlandım, yapılabilecek şeyleri düşündüm. Türkiye’de yapılması gerektiğine inandığım ve yapamadığım şeylerin burada yapılabileceğine inandım. Onun üzerine bana teklif edilen daimi şefliği yürütmek üzere daha çok Türkiye’de bulunmaya başladım. Yurtdışındaki çalışmalar devam ediyor tabii ki. Konuk şeflikler var çeşitli ülkelerden. Aslında bir orada bir buradayım. Ama Türkiye’de bir orkestranın başına geçmeyi istememin nedeni Akbank Oda Orkestrası’nın dinamizmi ve orada yapılabilecek şeyler ve yapmak istediklerim desteklenmesi tamamen.

Orkestra sizinle beraber yeniden yapılandırıldı değil mi?

Benden önce oldu aslında o. Ama şimdiki halini ben geldikten sonra aldı. O genç elemanlarla yeniden yapılandırılması 1996’ya falan denk geliyor.

Akbank Oda Orkestrası’nda ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz?

Akbank Oda Orkestrası’nın değişik içerikleri var. Bir Dünden Bugüne diye kış aylarında, yani sezonu kapsayan ve her biri çok önemli dünyaca ünlü konukları ağırlayan bir konserimiz var. Kadıköy Halk Eğitim Merkezi, Cemal Reşit Rey ve Sabancı Üniversitesi Gösteri Merkezi’nde yılda 3 defa tekrarlıyoruz bu konserleri. Bunların her biri bir tema etrafında toplanan konserler. Onun dışında gençlik konserlerimiz var. Her ay başka bir üniversiteye gidiyoruz ve Anadolu turneleri var. Geçen yıl hastane ve huzurevlerinde düzenlediğimiz Ruhun Gıdası diye bir konserimiz oldu. Zaman zaman böyle projeler de oluyor. Yani Akbank Oda Orkestrası’nın, belirli bir süreç içinde ilerleyen etkinliklerinden çok, değişik dizilerde değişik şekillerde kutu kutu etkinlikleri var.

Ne tür eserlere yer veriyorsunuz repartuarda? Seçimi nasıl yapıyorsunuz?

Repartuvarı seçerken iki şeye dikkat ediyorum. Birinci kriterim programların kendi içinde tutarlı olması. Bazen “alt alta birkaç eseri ekledik bir konser etti” diye yapılıyor. Bu benim hiç inanmadığım bir şey. Bir konserin bir hikaye anlatması gerek. Yani bir içeriği olması gerek. Konsere gelenlerin o konuyla ilgili bir şey yaşaması lazım. Ve orada repartuarı seçerken birtakım eserlerin gelişigüzel bir araya gelmesi değil, içeriğinin tutarlı olması gerekiyor. Bunun dışında orkestrayı geliştirici eserler seçmeye gayret ediyorum. Onları hem zorlayan hem keyif alacakları, hem repartuvarlarını ve kendilerinden beklentilerini geliştirecekleri, dinleyicinin çıtasını yükseltecekleri programlar oluşturuyoruz. Her zaman kolaya kaçıp herkesin bildiği ve sevdiği eserler yerine veya onların yanı sıra onlarla bir şekilde bağdaşan fakat daha bilinmeyen şeylere de yer veriyoruz. Bunun da aslında Türkiye’de aslında çok da korkulacak bir şey olmadığını anlatmaya çalışıyoruz. Özellikle konser öncesi sohbetlerle insanlarla bir takım şeyleri ukalalık etmeden ve fazla müzik terminolojisi kullanmadan anlatmak ve paylaşmanın son derece mümkün olduğunu biliyoruz. Bu sohbetler sayesinde ve programların kendi içinde tutarlılıkları sayesinde insanların belki daha önce bilmedikleri şeylerle de bağlantı kurmalarını sağlıyoruz. Temalı konserlerden önce konserden yaklaşık yarım saat kadar önce oluyor. Gençlik konserlerinde parça aralarında kısa kısa konuşuyorum.

Çok yapılan bir şey değil, en azından Türkiye’de…

Çok yapılmıyor ama bence klasik müzik o kadar kötü ve yanlış anlaşılan bir şey ki. Herkesin sıkılacağı ve bir şey anlamayacağı bir müzik olarak görüldüğü için aslında bunu yapabilen herkesin yapması gerekir diye düşünüyorum. Paylaşılacak çok şey var. Fakat müzisyenlerden çoğu konuşmayı pek sevmez veya beceremez veya beceremediğini sanır başlayana kadar. Ben de böyle bir yeteneğim olduğunu insanlarla bir şeyler paylaşmak istediğim için keşfettim. İnsanlara eserlerle ilgili bir şeyler anlatmak istiyorsunuz. O eserin yaratıldığı dönemdeki başka sanat dallarıyla ilgili olabilir ya da siyasetiyle, bilimle ilgili olabilir. “Nasıl bir dönemdi, nasıl bir çağ, nasıl bir ülke, nereden çıkmış, niye böyle” gibi soruları soruyorsunuz. Bir de bestecilerin yaşamları çok renkli. Bir sürü anektod var bestecilerin yaşamlarıyla ilgili anlatılabilecek.

Klasik müzikten korkuyor muyuz sizce?

Hem eğitimde gerekli yerin verilmemesinden kaynaklanıyor bu hem de müzisyenler de pek zahmet etmemiş. Şimdi biz bir şeyler yapıyoruz, gelin dinleyin anlatalım diyoruz. 

Yapılan çok sesli ve evrensel müziği çağdaş bir toplumla bağdaştırıyorsunuz. Dinlediğimiz müzik düşünce yapımızı da etkiliyor mu sizce?

Muhakkak. Bilhassa çok sesli müzik insanı gençlik çağından başlayarak geliştiren çok önemli bir şey. Yalnızca düşünce sisteminizi disipline etmekle ilgili değil. Bir çocuk çok sesli müzik eğitimi aldığı zaman müzikle beraber neler öğrendiğini düşünün. Bir defa müzik, duygularını ifade etmek için bir çıkış noktası. Manevi varlığınızla fiziksel varlığınızı müzik kadar birleştiren bir şey yok. Bir enstrüman çalmak veya bir orkestra yönetmek, bir şarkı söylemek… Müzik eğitimi mesela öyle bir şey ki müzikle beraber tarih, coğrafya öğreniyorsunuz. İyi kötü fizik kurallarının temellerini kavrıyorsunuz, frekansların nasıl oluştuğunu, ses renklerinin nasıl bir araya geldiğini hissetmek için. Müzik ruhuyla öğrenilebilecek o kadar çok şey var ki. Felsefesi, tarihi her şeyi içinde. Dolayısıyla iyi müzik dinleyicisi olmak dolayısıyla başka konuları da iyi öğrenmeye şartlıyor.

Müzik eğitimi almaya karar vermeniz nasıl oldu?

Ben müzikle ilgilenmeye geç başladım aslında, 15-16 yaşlarında. O yaşlarda çok fazla klasik müzik dinlediğimin farkına vardım. Çok sevdiğim ve merak ettiğim bir şey olduğunu ve dünyayla bağlantı kurmamın yolunun müzik olduğunu keşfettim. Hayatımda başka bir şeyle uğraşmak istemediğimi biliyordum. Bunu ciddi bir şekilde yapacaksam eğitim almam gerektiğine karar verdim.

Orkestra şefi olma kararınız nasıl oldu?

Üniversitenin 2. yılında ortaya çıktı. Hem üniversite orkestrasında neler yapacağım hem yavaş yavaş müzikte ne yapmak istediğimin, kendimi ifade etme şeklimin en çok orkestra şefliği olmadan yana olacağını hissettim. Ve bunu yaptıkça da aslında o konuda geliştirmeye değer bir yeteneğim olduğunu da keşfettim.

Orkestra şefliği bir liderin sahip olması gereken özelliklere sahip olmanızı gerektiriyor mu? Bir şirkette yönetici orkestra şefi gibi midir?

İnsan Kaynakları kongresindeki workshop’ta anlatmaya çalıştığım gibi çok benzerlik var. Zaman idare ediyorsunuz bir kere. Elinizde kullanabileceğiniz belli bi zaman var. İnsan idare ediyosunuz. Birbirinden farklı bir sürü insandan bir bütün yaratmaya çalışıyorsunuz. Onlara istediğinizi yaptırırken onların bunu isteyerek yapmasını ve motive olmasını sağlamak zorundasınız. Her elemanınızın güçlü ve zayıf yanlarını onlardan en iyi bir bütün çıkarmak için onlarla nasıl çalışmanız gerektiği… Yani sonsuz paraleller var.

Gruptakilerin bir problemi olduğu zaman bu, konserin başarısını etkiliyor mu?

Etkiliyor tabii ki. Onun ne kadar etkilenip sonucu ne kadar etkileyeceğini düşünerek bir karar vermeniz lazım. Konserde ondan vazgeçmek mi daha iyi yoksa vazgeçemeyecekseniz onun sorunuyla yaşamak mı daha iyi ona karar vermeniz lazım.

Nasıl iyi bir orkestra şefi olunuyor?

Onun cevabını bilmiyorum açıkçası. Ne kadar orkestra şefi varsa o kadar tür orkestra şefi var. Herkes kendi tarzını yakalıyor ve önemli olan insanın kişiliğini yansıtan ve onun müzikal kişiliğini ve şahsi kişiliğini bağdaştıran bir şey olması lazım. Benim için, benim çalışma prensibimde önemli olan bir takım şeyleri paylaşabilmek, önerilere açık olmak ama sonuçta kararı verecek kişinin kendim olduğunu bilmek. Ama tartışmaya ve etkileşime açık olmak gerekir. Karşımdaki kişilerden geribildirim ve etkilenmeyi de bekliyorum. Fakat onu yapmaya başlarken kafamda yapmak istediğim belirgin bir amaç, bir imaj var. Ona yaklaşmak için başkalarının katkısını isteyerek kabul eden biriyim.

Uluslararası Çocuk Senfoni Orkestrası projesinden bahseder misiniz?

Bu Bursa Flarmoni Derneği’nin girişimi. Avrupa Birliği’nin desteklediği bir şey. 23 Nisan haftasında Bursa’da bir konser vereceğiz. Çocukların en küçüğü 11 en büyüğü 17 yaşında. Türkiye’den 42 çocukla çalışmalar yaptık. Şimdi Belçika ve İngiltere’den çocukların katılımıyla 17 Nisan’da provalara başlayacağız ve 23 Nisan’da konser vericez.

Seçmeler nasıl gerçekleşti?

Daha çok çocukların gönderdiği DVD’lerden seçtik, hocaların tavsiyelerini dikkate aldık. Fakat hepsini dinleyip seçtik. Çok keyif aldık gerçekten, inanılmaz bir kuşak geliyor. O gelen inanılmaz kuşağı devlet ve özel sektör desteklerse önümüzdeki 10-15 yıl içinde Türkiye’de dünya çapında orkestralara sahip olacağız ya da devletin eğittiği çocukları beyin göçüyle kaybedeceğiz.

Yeni kuşak daha şanslı mı sizce?

Tabii ama insana iş de vermek lazım. Yetiştiği zaman çalışabilecekleri ortam da olması lazım. Bir yandan özel sektör orkestralarının kurulmasıyla gelişme yaşanıyor ama bu aslında çok kısıtlı bir müzisyene kaynak oluyor. Bugün Türkiye konservatuvardan mezun olanların büyük bir kısmı, istemeye istemeye yurt dışına kapağı atmaya çalışıyor. Ve bunları devlet parasız eğitiyor. Devletin kendi orkestraları kadrosuzluktan çökerken aynı devlet kendi parasıyla eğittiği müzisyenleri başka ülkelere kaptırıyor. Bu son zamanlarda AKP’ye mal ediliyor ama aslında alakası yok. O çok beğendiğimiz Demirel ve Ecevit hükümetleri zamanında da ilk kesilecek şey daima kültür bütçeleri oldu. Sistem kötü. Orkestralar çalışanlarla çalışmayanın bir olduğu, insanların emekli olana kadar orada kaldıkları, bir kalite kontrolünün olmadığı sistemlere sahip. Onun reform edilmesi konusunda Kültür Bakanlığı’nın bazı düşünceleri ve gelişimleri var. Fakat onlar da o kadar ayaklarını sürüyolar ki o konuda, olumlu bi şey yapana kadar kurumlar eriyip gidiyor. Bunların arasında orkestralar da var. Bir tanesi Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası mesela. Sadece “bu sistem kötü ben bu sistem içinde devam etmek istemiyorum” demek yeterli değil. Bir şeylerin yapılması lazım. Sürekli kan kaybediyor.

Bundan sonraki planlarınız neler?

Aynı şeyleri daha çok ve daha iyi yapmak. Her şeyden önce iyi müzik yapmak, daha geniş kitlelere ulaşmak. Türkiye’de gençlere yönelik bir şeyler yapmak.